7 Eylül 2021 Salı

Benim Schopenhauer ile Alıp Veremediğim Nedir?

 Arkadaşlar... Hoş geldiniz... Nasılsınız, keyifler nasıl? Keyifler gıcırsa girişiyorum konuya. Eğer ki bu blog adresinin taslak kısmına bakarsanız 3-4 tane yazılmaya başlanmış yazı olduğunu lâkin hiçbirinin bitmediğini görebilirdiniz. Neyse ki göremiyorsunuz :D. Demeye çalıştığım şey şu, bir şeyler yazmak için ekranın karşısına geçtiğimde birden bire dikkatim dağılıyor, dolayısıyla yazı da dağılıyor. Eh bunu okuduğunuza göre artık birtakım dikkat toplama işlemleri gerçekleştirilmiş olacaktır.

Bunun bir diğer sebebi de diğer yazıların ciddi anlamda araştırma süreçlerinin olmasıyken burada okuyacağınız her şeyin tamamen ÖZNEL olmasıdır. 5 kişi okuyacak olsa da çok mühim değil. Canım istedi ve yazdım işte AAAAAAA!

Konuya girişelim yavaştan: Arthur Schopenhauer! YouTube'da Schopenhauer'un kaleme aldığı "Hayatın Anlamı" isimli eserini eleştirdiğim bir video paylaştım. Bu videoda kendisine yaş bunak, geri zekâlı, man kafa, salak gibi ithamlarda bulunsam da kitabı çok beğendiğimi söylemiştim. Like/dislike oranının %33 olması ile kanalımın en beğenmeyen videosu olma özelliğini taşımakta aynı zamanda bu video. Hele ki yorumlar... Incel olduğumu iddia edenlerden tutun da çok değerli bir filozofa laf etme haddine sahip olmadığıma kadar geniş skalada bir nefret ile karşılaşmıştım.

Şimdi bu durumu daha öncesinde anlattığım arkadaşlarım "Eh sen de iyi ki bi' kere linç edilmişsin he paso anlatıyorsun asdf." diyebilir haklı olarak. Aslında kendimi açıklama ihtiyacı da hissetmiyorum. Geçenlerde yolculuk ederken yaptığım bir beyin fırtınasını metne dökmek istedim sadece. O zaman en amiyane tabirle LESGOOOO diyelim mi efendim? Diyelim: LESGOOOOOOOOOOO!!!!

Bölüm 1: "Rasyonel Sevmemek" Mümkün

Beni tanıyor, en kötü ihtimalle birkaç yazımı (özellikle İgnis Hortus'a Göre Sevgi'yi) okuduysanız sevmek/sevilmek üzerine az buçuk ne düşündüğümü biliyorsunuzdur. Lâkin yeri gelmişken bir kere daha belirtmekte fayda var. "Sevgi" bir duygu olduğundan rasyonel bir çerçeveye sığdırmak oldukça zor. Aynı durum "sevmemek" için de geçerli pek tabii. Yani bir diğer deyişle birini sevmek ya da sevmemek için akıllıca nedenlerimiz olması gerekmez. Fakat bu dediğim yanlış anlaşılmasın. "Akıllıca nedenlerimiz olması gerekmez" demek "akıllıca nedenlerin olmaması elzemdir"den ziyade "akıllıca nedenlerin olması kadar olmaması da oldukça kabul edilebilir" demek.

Ya bunu neden bu kadar anlattım biliyor musunuz? Çünkü Schopenhauer'a duyduğum sevgisizliğin rasyonel temellere dayandığını düşünüyorum. Celal Şengör'ün ikonikleşmiş "Abi bana Hegel deme çünkü o salak!" sözü gibi değil yani anlayacağınız asdf. (Sonrasında Hegel nefretini temellendirdiğini biliyorum ama bu konu için verilebilecek en iyi örneğin bu olduğunu düşündüm asdf.)

Felsefe konuşmayı bir kenara bırakıp az buçuk sosyolojiden dem vuralım istiyorum. Hayat görüşünüz hiçbir şekilde aynı olmayan biri hakkında ne düşünürsünüz? Aslında Schopenhauer hakkında uzun uzun bir yazı yazmak yerine sadece bunun cevabını vermek benim için yeterlidir. Sizi bilmem ama ben pek sevip onu bağrıma basamam arkadaşlar. Bu, benim dünya üzerindeki her şeyi bildiğimi ve sadece benim dediklerimin doğru olduğunu anlamına mı gelir? Yoo... Ama hepimiz biliriz ki mutlak olan kaderde mutlak olmayan bazı şeyler vardır, içinize dehşet saçasdf.

İki kuruş felsefe kitabı okuyan ve kendini aydın sanan tipler "Abi mutlak bir şey yok abi, ya hislerimiz yanlışsa, ya öyle, ya böyle..." diyerek kafa "açar" (burada s ile başlayan o kelimeyi kullanmak çok isterdim). Ama buz gibi de "mutlak" şeyler vardır işte. Mesela insanların cinsiyet, ırk gözetmeksizin aynı haklara sahip olması gerektiği gibi. Selamın aleyküm arkadaşlar, işte şimdi başlıyoruz.

Schopenahuer'un bir kadın düşmanı olduğu bir sır değil. Bakın Schopenahuer'un bunu temellendiriş şekli umrumda değil. İsterse yaşadığı tecrübelerce olsun, isterse tramvalarından olsun, umrumda değil. Başlı başına bu bile bir filozofu sevmemek için bir neden olabilir. Şu olayı şimdi bi' arada çıkaralım da, daha sonra on kere daha bundan bahsedeceğim çünkü: Bu bir "Neden Schopenahuer sevmiyorum" yazısı arkadaşlar, "Schopenahuer'un fikirlerine neden katılmıyorum" ya da "Schopenahuer'a reddiye" yazısı değil. Schopenahuer'u sevmiyor olmam hiçbir fikrine katılmadığım anlamına gelmiyor. Fakat bu tutumu, en karşı olduğum tutumlarından biri.

Bir örnek üzerinden gitmek gerekli diye düşünüyorum. Mesela Descartes. Kendisi dindar birisi. Ve diyelim ki siz, herhangi bir inanca mesup değilsiniz. Bu sebepten ötürü Descartes'ı sevmeyebilir, yobaz bulabilirsiniz. Fakat buna rağmen varlık felsefesine getirdiği şüpheci ve düel çözüme hayran da olabilirsiniz. Bu, tahmin ettiğinizden de normal bir durumdur.

İşin esası bu örnek bile benim Schopenhauer ile aramdaki ilişki konusunda %100 benzerlik göstermemektir. Çünkü din bile, insan haklarından daha tartışmaya açık bir konudur. Bu yazıyı yazarken örnekleme için ilk başka homoseksüellik için hastalık tabirini kullanan Freud gelse de yine tam bir karşılık olmayacaktı, zira Freud felsefe değil bilim yapıyordu ve insanlık olarak o zamanlarki bilgi birikimimiz bunu bir hastalık olarak tanımlıyordu. Bir diğer deyişle Freud homofobizm yapma niyetiyle değil gerçekten psikolojik bir hastalık olduğunu zannettiği için hastalık diyordu.

Neyse ki şu an 2021'deyiz... Değil mi?! Eskisine nazaran çok daha fazla şey bilmenin yanı sıra daha da kolay öğrenebiliyoruz. 1818'lerde (ki bu Schopenhauer'un Aşkın Metafiziği isimli eserini yayımladığı yıla denk gelir) ya da 1905'li yıllarda (ki bu Freud'un Cinsellik Üzerine isimli eserini yayımladığı yıla denk gelir) Google diye bir şey olduğunu zannetmiyorum?! Bu durum da esasında bizi yazının ikinci bölümüne getiriyor.

Bölüm 2: Filozoflar Dahi Olabilir, Fakat "Biz" Daha Dahiyiz

Schopenhauer, Kant'tan övgüyle bahseder. Nietzsche de aynı keza Schopenhauer'dan fazlasıyla etkilenmiştir. Peki ya Sartre? Evet doğru, Nietzsche'den... Her bir filozof, doğal olarak, bir önceki filozoftan bolca etkilenmiş, kimi zaman fikirlerini güçlendirmiş, kimi zaman ise bu fikirlere bir anti-tez yaratmıştır. Felsefe üreten insanlara (also known as filozof) hayranlık duymamız da pek tabii doğal bir şeydir. Çünkü söyledikleri kelamlar bizi etkiler ve hatta kimi zaman sadece zihnimizi değil ruhumuza dokunur. Fakat atladığımız bir nokta vardır ki o da bu hayranlık duyduğumuz filozofların bizden geçmişte yaşadığıdır.

Söylediğim şeyler hipster birinin "felsefe boş iş" beyanından daha çok hayatın, daha doğru tabir etmek gerekirse insanlığın, kanunudur. Nasıl ki 1900'lerde yaşayan biri 1800'lerde yaşan birinden daha donanımlıysa aynı durum 2000'lerde ve 1900'lerde yaşan iki kişi için de geçerlidir. Bilim, felsefe, insanlık üzerine bir şey katarak (ki bu katış doğrusal değil parabolik olarak seyreder) ilerlediğinden her zaman geçmişten bir adım önde, gelecekten 5 adım geride olacağızdır.

Felsefenin yaratıcısı olarak Antik Yunan'ı daha spesifik olmak gerekirse Sokrates'i görebiliriz. Polis şehirlerini, bir köleyle konuşarak matematik sorusu çözdürmesini ve dinlere getirilen belki de ilk eleştirilerin buradan çıkmasından ötürü oldukça övgüyle bahsederiz Antik Yunan'dan. Lâkin Antik Yunan'dakiler de oğlancılığın "etik" olup olmadını tartışmıştır farz-ı misal. Bazıları bunu hâlâ daha tartışıyor olsa da artık 2021'in insanlığında bu konuyu tartışmak pek gereksizdir takdir edersiniz ki (bkz: İgnis Hortus'un Felsefe Fikirleri ve Argümanları "e göre bilgi").

Bu durum Schopenhauer özelinde şöyle işliyor: Şimdi ilk bölümden bu adamın literal anlamda bir kadın düşmanı olduğunu öğrendik. İşbu durum, Sokrates'in oğlancılığı sorgulamasına rağmen bağrıma basıp Schopenhauer'la da arama mesafe koymam, üstelik de bunları eskiden yaşamış olmalarına temellendirmem ilk bakışta tutarsız gibi görünebilir. Ki hiç de öyle değildir. Çünkü Sokrates bunu sorgulayıp bir cevap arayışına girmiş milattan önce bir figürken, Schopenhauer bunu sorgulamak yerine cevabı bulduğunu iddia etmiştir.

İkinci hadise ise Schopenhauer'un felsefesinin bende hayran duyulası hiçbir iz bırakmamış olmasıdır. Bence Schopenhauer baya bildiğiniz giriş seviyesi bir felsefe yapar, bu eleştirdiğim bir nokta değildir esasında. Sadece benim hoşuma gitmiyor, öznel bir fikir anlayacağınız. Spinoza'nın tözlerini, özlerini; Kant'ın a priori'lerini okuduktan sonra Schopenhauer'ın basit bir "life is sucks" felsefesini okumak zihnimi çalıştırması bir kenara, dinlendiriyormuş gibi geliyor. Üstelik hemen ardından Nietzsche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt'leri, Sartre'ın Varlık ve Hiçlik'leri varken...

Felsefe tarihi açısından Schopenhauer, İ NA NILMAZ mühim bir figür, bunun farkındayım. Buna laf edenin sizden önce anlanı ben karışlarım. Schopenhauer felsefe tarihi açısından inanılmaz mühim çünkü belki de "ilk nihilist" Schopenhauer olabilir. İşte aslında tam da sorun bu. İlk olduğu için oldukça ilkel ve bebek adımlarıyla ilerleyen bir felsefesi var Schopenhauer'un. Ben profesyonel olarak felsefeyle ilgilenmiyorum, benim için bir hobi. Binaenaleyh felsefe tarihine olan katkılarını çok umursamıyorum. Ayrıca yani birbirimize karşı dürüst olalım, yaşamanın kötü bir şey olduğunu söylemek için bir filozof olmaya gerek yok. Yaşamak sadece Athena şarkılarında güzel. 13-15 yaşlarındaki çocuklar bile artık "Nasılsın?" sorusuna formaliteden cevap veriyor.

"Schopenhauer sewmiorm" dediğimde insanların ilk tepkisi buna haddim olmadığı yönünde. Vallahi de var. Anlattığım gibi, filozoflar dâhiyane fikirlerle çıka gelmiş, bunları harika bir şekilde örneklendirmiş olabilir. Fakat onlar demode olanlar. Biz, yani şu anı yaşayan insanlar, güncel olanlarız. Üstelik bizden sonra gelecek olanlar da bizi tokatlayıp "Ya bu mallar gerçekten bunu mu tartışmış?" diyecekler. "Schopenhauer sewmiorm" demek "Schopenhauer okumaktan keyif almıyorum" demek esasında. Gerçi belki de en çok okuduğum filozof Schopenhauer ama... Olsundu...

Bölüm 3: İgnis Hortus 🤝 Schopenhauer

Ya bu adamı sevmiyorum etmiyorum özellikle de kadın düşmanı olmasına feci kuruluyorum ama bazı yerlerde de katılmadan edemiyorum. Zaten bırakın felsefeyi, bence sosyal ilişkilerimizde de bu durum bir normal olmalı. "Öyleyse Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya..." Zaten Hayatın Anlamı isimli eseri sevdiğimi söylemiştim. İnsan Doğası Üzerine'den nefret ederim. Kendi malca fikirlerini evrimin arkasına alarak "Benim dediğimi reddetmek bilimi reddetmek gibidir." kafasında bir tribe giriyor o kitapta.

Dünyanın Istırabı Üzerine, Din Üzerine, Üniversiteler ve Felsefe... İçlerinde gerçekten not edilmesi gereken, en kötü ihtimalle kulağa küpe edilmesi gereken sekanslar var. Örneğin Din Üzerine'de misyonerlik çalışmalarının hiçbir halta yaramadığını anlatır. Kiliseden korkup felsefesini eğip bükenleri "Ya inan, ya felsefe yap!" diyerek eleştirir. Üniversiteler ve Felsefe'de şaşkınlığımızı gizleyemediğimiz için felsefe yaptığımızı söyler. Dünyanın Istırabı Üzerine'de... Neyse boş verin onu...

Sanıyorum ki bir tek Ölümün Anlamı'nı okumadım. Lâkin "Ölümden sonra doğduğundan önce neysen o olacaksın." (bu kitapta geçip geçmediğini bilmesem de) diye bir sözü olduğunu biliyorum. O nedenle az buçuk tonunu tahmin edebiliyorum, onu demek istiyorum esasında. Yani bu kadar Schopenhauer'a yüklendikten sonra, sevmediğim kısımlarını söyledikten sonra katıldığım yerleri belirtmem kafanızı karıştırmış olabilir haklı olarak. Söylediği şeylerin basit olması doğru olmayacağı anlamına gelmez ki. Ben burada "İnsan, mal bir canlıdır." desem bana katılırsınız, değil mi?!

Sadece Schopenhauer değil, sevmediğim birçok filozof var. Camus, Sartre, Nietzsche... Bunların favori filozoflarım olmadığı kesin. Bütün bu koca yazı boyunca söylemeye çalıştığım şey bu aslında, onları sevmiyor oluşum bütün görüşlerine katılmadığım anlamına gelmiyor ki. "Var oluş özden önce gelir." kadar güzel bir söz okuduğumu hatırlamam. Veya "Canavarlarla savaşan kişi dikkat etmelidir ki, kendisi de bir canavara dönüşmesin." gibi.

Neyse a dostlar, felsefeyi bile tadında okumak lazım. Okumaktan, düşünmekten ve yazmak eğleniyorum esasında fakat o felsefe okumadığım zamanlara dönmeyi çok isterdim. İlk baştaki o "Oley be bilgileniyorum!" hissinden sonra tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki ıstırap ve acıdan başka hiçbir şey yok. İlk mısrası Shakespeare, ikinci mısrası Edgar Allan Poe şiiri okumak gibi...

Schopenhauer'un en sevdiğim sözüyle bitirmek istiyorum yazımı. Hem belki biraz daha ne demek istediğimi anlatabilirim "Felsefe okumayın a dostlar!" derken neyi kast ettiğimi: 

"Dünyanın özü kötüdür. Yapılması gereken en iyi şey yaşam istencini reddetmektir."

PEACE!!

*ninja smoke bomb*

18 Nisan 2021 Pazar

İgnis Hortus'a Göre Sevgi

 Arkadaşlar merhaba, moral bozukluğundan sorumluluklarıma odaklanmamak ve sorumluluklarıma odaklanmamaktan ötürü moralimin bozulması loop'una girmişken bir blog yazısı patlatmak istedim. Bunun iki sebebi var. Birincisi, moralim bozuk olduğunda blog'a yazmayı seviyorum. Batıl bir inanç ama keyfim yerinde değilken buraya yazdığım yazıların çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. İkincisi de sorumluluklarımı ertelemek için bir bahaneye ihtiyacım vardı ve o bahaneyi yarattım.

Bu blog'u açtığımdan beri "Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır" başlığı altında birçok yazı paylaştım. Kimi zaman kendi fikirlerimi sunarken, kimi zaman da meşur filozofların bu konudaki beyanlarını yazılaştırıp eleştirilerde bulundum. Bunları yaparken bir de bu konuda kitap (ya da ona benzer bir çalışma) yazmak istediğimi hiç utanmadan söyledim. Lâkin sevgi konusunda bu kadar bilgisiz birinin bu çalışmasının değersiz olabileceğinden ötürü hiçbir zaman kâle alınmaması gerektiğini de söyledim. Ve bence haklıyım da.

"Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır" yarın öbür gün bir kitap/çalışma olur mu? Hayır, olmaz. Çünkü konu "sevgi" ve "aşk" olduğu zaman bir dakika öncesiyle bile aynı fikirde olmadığımı düşünüyorum. Eski yazılarımı okurken fikirlerimin ahmaklığı beni inanılmaz cringe ediyor mesela. Onun dışında... Hâlâ daha ahkam kesme çabasında değilim, millatan önce 420 yılından beri konuşulan ve hakkında hikayeler anlatılan bir şey bu meret. Aslında şunu demeye çalışıyorum: Benim fikirlerim bile, bir öncekiyle aynı değil. Aynı derede iki kere yıkanmaz hesabı. Olma olasılığı çok düşük olsa da beni seven biriyle karşılaştığımda düşüncelerim 180 derece değişebilir. Fikrimin değişmesine değil, beni seven birinin çıkmasına düşük olasılık diyorum. Olmayacak olduğunu bildiğimden artık bir şeyler karalamak istedim. Bunu da şeyin zeminini hazırlamak için diyorum: Bazı şeyleri okuduğunuzda şaşırmayın diye kajhdsf. Neyse, başlayalım mı? BAŞLAYALIM.

Bölüm 1: Sevginin İncelenmesine Kategorileştirme Metodolojisi

Birçok filozof ve hatta dinin sevgiye dair ortak sorusu "Şuna duyduğumuz sevgi ile buna duyduğumuz sevgi aynı şey midir?" oluyor. Örneklendirmek gerekirse bir arkadaşımıza duyduğumuz sevgiyle, bir yemeğe duyduğumuz sevgi aynı mıdır? Bu tip iki absürt örnek incelendiğinde aslında ilk aşamada "yoo" demek uygun görünse de "Arkadaşıma duyduğum sevgi ile sevgilime duyduğum sevgi aynı şey mi?" gibi yakın kaynakların incelenmesi işleri karşıtıyor. Ve hatta buna da "Tabii ki bunlar da farklı sevgilerdir çünkü arkadaşımı sikemem." gibi bir cevap verilebilir olsa da kökensel olarak bunların aynı olduğu fakat sonradan duyguların düel sistemde bölünerek gri yerine siyah ve beyazın yer aldığı birçok kaynakça belirtilir.

Hristiyan teolojisi sevgiyi ayrıştırırken İslamiyet bu konuda kutsal metinler üzerinden bir yorumda bulunmaz. Yeni Ahit sevgiyi şu şekilde kategorize eder:
  • Tanrı/Rab sevgisi (Matta 22:37) 
  • İsa'nın sevgisi (Yuhanna 13:34)
  • Kardeş sevgisi (Yuhanna 4:18-20) 
  • Komşu sevgisi (Matta 5:43) 
  • Düşman sevgisi (Matta 5:39 / Matta 5:44)
  • Aşıkların sevgisi (Koloseliler 3:12-14)
İslamiyet'te ise aynı ümmetten olan kişilerin birbirlerini sevmesi gerektiği söylenirken Nisa suresinde Allah'a inanmayan kişilerin kâfir olduğu ve kâfirlerin düşman olduğu açıkça bir şekilde belirtilir. Kaynaklarda da "düşman sevgisi" gibi konsept işlenmez çünkü İslam teolojisine göre Hristiyan fikirler çok "spiritüel"dir. Tokat atana bir yanağını çevirmek "eziklik" olarak görülür ve reddedilir. Genellikle İslamiyet ve sevgi konuları yanyana geldiğinde Yunus Emre'nin "Yaradılanı severim yaradandan ötürü" sözü bir argüman olarak sunulur fakat bu argüman saçmalığın daniskasıdır. Çünkü Yunus Emre bu sözde kitap çerçevesinde değil tasavvufi bir tavır takınır ve insanın Rab suretinde olduğunu ileri sürer. Bu da aslında Hristiyan teolojisi ve Teslis ile birlikte şaşılacak büyüklükte benzerlik içerir.

Şimdi bunları neden anlattım? Çünkü ben, İgnis Hortus da, sevginin incelenemesinde kategorileştirilme yapılması gerektiğini düşünür. Çünkü aşıkların birbirine duyduğu sevgiyle kardeşlerin birbirne duyduğu sevgiyi bir arada işlemek vahim bir hatayı doğurur. Filozofların, nedendir bilinmez, sevgiyi işlerken cinsel zevklerden ve hazlardan bahsetmek konusunda oldukça kaçınır. Halbuki iş varoluşçu felsefeye geldiğinde pek de öyle işlemez. Diğer insanların, kendimizin cehennemi olduğunu düşünen bu akımda sevginin incelenmesi radikal bir biçimde sekse bağlıdır. Ben ne amcı filozoflar kadar "A-ah sexs de ne?! Tövbe tövbe..." diyeceğim, ne de varoluşçular kadar "sikiş, sokuş ow yeah" diyeceğim. Sentezci bir tavırla İgnis Hortus'un sevgi kategorileştirmesi:
  • Aşığa duyulan sevgi
  • Hoşa duyulan sevgi
  • Dosta duyulan sevgi
olurken bütün bunlardan ayrı olarak "Aileye duyulan sevgi" dahil edilebilir. Fakat ben sadece bu üçünü inceleyeceğim. Çünkü bu hayatta bir şeyler başarıyorsak ailelerimiz sayesinde değil, ailelerimize rağmen başarıyoruzdur.

Bu sevgiler güçlüden güçsüze doğru bir sıra içerisinde verilmiştir. Bir diğer deyişle dost, hoştan; aşık, hoştan daha çok sevilir. Bunun da sebebi yapabilecekler eylemlerin özgürlüğüne temellendirmek gerekir. Örneklendirmek gerekirse dostla yapılabilecek özgür eylemlerin sayısı, hoştan daha az olduğu için, hoşu dosttan fazla sevmek çok da şaşılası bir şey değildir.

Farklı bir bakış açısıyla, bu sıralama temin edilmesinin en zor olanından en kolay olanına olacak şekilde de tam gaz çalışır. Her ne kadar dosta duyulan sevgi, aşığa duyulan sevgiden daha kısıtlayıcı bir sevgi olsa da temini en kolay olandır. İlk bakışta bu tutarsızmış gibi görünse de aslında hiç de öyle değildir. Çünkü dosttan aşığa giden yolda özgürlükler yepyeni bir kriter yolu açarak kendine has özel bir form içerisinde girer. Bir diğer deyişle, bu sevgi türleri dosttan aşığa giderken git gide "unik", benzersiz ve eşsiz bir hâl alır.

Bu sevgi kategorileştirmesinin bir güzel yanı da, her bir sevgi maddesi birbirleri arasında kolaylıkla geçiş yapabilmektedir. Eğer ki yapılabilecek eylemlerin özgürlük alanları genişliyor ve bu hiçbir sorun teşkil etmiyorsa dosttan hoş; hoştan aşık olabilmektedir. Nitekim "romantik ilişki" denen bu iletişim şekli özgürlüklerin sunulmasıyla başlar. Bu bağlamda bir insan ne kadar özgürse ve daha da önemlisi bir insan ne kadar özgür hissediyorsa o kadar çok seviyor denebilir. Ama daha temel bir soruyla birlikte sevgiyi incelemek, kategorize etmekten daha iyi olacaktır.

Bölüm 2: Sevgi İyi Bir Şey Mi, Kötü Bir Şey Mi?

"Eğer ki sevgi iyi bir şey olsaydı kutsal doktrinlerde bu kadar ballandıra ballandıra anlatılmazdı."

Bir fenomen olarak sevginin normal şartlar altında iyi bir şey olmasına imkan yoktur. Descartes, "sevginin iyi yönünün suistimal edilmesi kötüdür" diye kaçamak bir cevap verse de ben endirekt bir cevap vereceğim: Karşılıksız sevgi kötünün zirve noktasıdır!

Platon'un "karşılıksız sevgisi"nin aslında Platonik Aşk diye tamamen yanlış bir terim yarattığını söylemiştim. Fakat benim kullandığım "karşılıksız" sevgi "herhangi bir şey talep etmemek" anlamında değil, "sevgine sevgiyle karşılık vermeme" anlamında kullanılıyor. Salt bir formda sevginin iyi bir şey olduğunu savunmak oldukça çocukça bir şeydir. Spinoza'ya özenen matematiksel açıklama çabasına göre iki negatif terimin çarpımın pozitif sonuç vermesi benim bu dediğimi ispatlar.

Endirekt haliyle sevginin kötü bir şey olduğunun en iyi kanıtı toplum ile bireyin ilişkisinde bile görülür. Eğer ki toplum, bireyi sevmiyorsa ve birey topluma sevgi besliyorsa bu bireyin bizzat kişiliğine zarar verir. Toplum neden bireyi sevmeyebilir? Birden fazla sebebi olabilir: Onunla aynı fikirde olmayabilir, değerlerini tanımıyor olabilir ya da sadece gözünün üstünde kaşın var diyebilir. Bu bağlamda sevginin, saygıyla olan ilişkisi apaçık görülür. Bir klişe olarak "sevmek zorunda değilsin fakat saygı göstermek zorundasın" tek kelimeyle oksimorondur.

Nasıl ki sevginin gücü en zayıftan en güçlüye doğru dost, hoş ve aşık şeklinde gidiyorsa biricik sevginin kötülüğü de aynı sırada takip eder. Dosta karşılık bulamayan sevginin yanında aşığa karşılık bulamayan sevgi, devede kulaktır. Öyle ki aşığa karşılık bulunamayan sevgi, hayatın değersiz ve anlamsız olduğu görüşünü insana yükler ve durum canına kıymaya kadar gidebilir. Bu duruma elbette ki Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği'nde şöyle değinir:

“...bu chimera öylesine parlak ve ışıltılı hale gelir ki, eğer ki elde edilemezse hayat bütün cazibesini yitirir ve öylesine dümdüz, neşesiz ve tatsız görünür ki, ona karşı duyulan tiksinti ölüm korkusuna karşı bile galip gelir ve âşık kişi yaşamına gönüllü olarak son verir."

Durum bu haldeyken tek başına sevginin iyi bir şey olduğunu iddia etmek oldukça romantik bir hâl alır. Pragmatik olarak da, realistlik olarak da hiçbir kalıba sığamaz. Fakat salt sevgi ne kadar kötü, ne kadar iğrenç bir şeyse karşılıklı sevgi, bir diğer deyişle iki sevginin çarpımından doğan pozitif sevgi, dünya üzerinde tadılması gereken muhteşem bir hazza dönüşür. Bu öylesine bir hazdır ki, elde edildiğinde hayata dair olan bütün tatların tadı artar, insanın bizzat kendisi ölümden korkar bir hâle gelir ve özellikle aşığa duyulan sevginin verdiği güçle birlikte kâti suretle ölümün onları ayırmasını istemez.

Tek başına sevginin berbat, karşılıklı sevginin müthiş bir şey olduğuna dair milyonlarca kanıt sunulabilir. Hatta İsa'nın çarmıhta gerilmesi hadidesi bile tamamen bu denkleme bağlıdır. Fakat bunu daha fazla açıklamak yerine tartışmak istediğim başka bir konu var. O da şu: Salt sevgi o kadar kötü bir şey ki, elde etmesi inanılmaz zor karşılıklı sevgiyi elde etme çabasını bir kenara bırakmalı mıyız? Aslında şunu demek istiyorum, sevgi bir nevi kumar oynamakla eş değer. Çok büyük kazancı var ama kaybı da bir o kadar büyük. Neden sürekli bu kumara giriyoruz? Ve bunun cevabını, bilmiyorum.

Sevmenin ve sevilmenin bir ihtiyaç konusunda hemfikirizdir. Bu artık felsefenin değil resmen sosyal bilimlerin konusudur ve bilim bize bu konuda "ihtiyaçtır" demektedir. Fakat böylesine riskli bir kumarı oynamaya cesaret edebilmenin tek cevabı sadece "Çünkü ihtiyacım var" olamayacak kadar komplike geliyor bana. Bir felsefik metodolojide ve/veya tartışma metnin içerisinde "bilmiyorum" kelimesini görmek çok saçma geliyor, evet. Ama bilmiyorum işte. Ya da benim burada düştüğüm hata "bu kadar da basit olamaz" dediğim şeyin aslında bu kadar da basit olması yönünde olabilir elbette. Örnek vermek gerekirse açlıktan ölmek üzere olduğumuzu var sayalım. %10 ihtimalle yemek kazanacak, %90 ihtimalle de öleceğiz. Böylesine bir kumarı oynamaz mıydık?

Teolojik bir tavırda inceleniyor olsa da "İyiden iyi şey çıkar" sözünün tam tersi olan "Kötüden kötü şey çıkar" da pek tabii doğrudur. Varoluşçu felsefenin imza sözlerinden biri olan "başkalarının cehennem olması" (ya da Schopenhauer gibi "bilgili ve havalı" olduğumu göstermek için "l'enfer c'est les autres") tam da buralarda bir yerde devreye girer. Bir insanın yanlış özüt ile sulanmasının yaşayacağı en büyük ontolojik sorun olacağına daha önceki yazılarımda değinmiştim. Dost sandığınızın dostunuz olmaması, hoşlandığınızın hoş olmaması ve tabii ki de en vahimi aşık olduğunuzun size aşık olmamasının trajedik bir durum içermesi varoluşçu felsefenin bu tutumuna ve "kötüden kötü bir şey çıkar"a doğrudan bağlıdır. Çünkü siz, hoş özüne sahip olmak, hoş özütü ile sulanmak isteseniz de varoluşunuz özden önce gelmiştir ve siz "dost" özüne çoktan sahip olmuşsunuzdur. Bu durumun trajedilerin trajedisi olmasının çok mühim bir sebebi vardır. Siz her ne kadar "hoş" anılmak isteseniz de hiçkimse sizi "hoş" anmak zorunda değildir. Bir diğer deyişle yukarıdaki gibi bir senaryoda suçlu yoktur, çünkü suç yoktur.

Sevgi türlerinden dost-hoş-aşk üçlüsününü birbirleri arasındaki en önemli farkın ve geçiş yapılabilmesinin yolunun özgürlükten geçtiğini belirtmiştim. Bir kişininin, birini sevmeye ne kadar hakkı varsa bir o kadar da sevmeme hakkı, özgürlüğü bulunmaktadır. Sevme ve sevmeme özgürlüğü neredeyse aynı formda çalışır. Nasıl ki sevgi için rasyonel bir temellendirmeye gerek duyulmuyorsa (örnek vermek gerekirse "Seviyorum çünkü işime yarıyor" gibi bir argüman sunma zorunluluğu duymamak) sevmeme işi de rasyonel bir temele dayanmak zorunda değildir. "Sevmiyorum, gıcığıma gidiyor işte" bile tek başına bu özgürlüğü sağlamak için yeterli bir temeldir.

Diğer insanların bizi yanlış özle eşleştirmesinin haricinde bir diğer vahim durum insanın kendi özünü yanlış bir öz ile eşleştirmesidir. Olmayacak duaya amin demenin bir alemi yoktur çünkü davul bile dengi dengine çalar. Tek başına karşılıksız sevginin berbat bir şey olduğu konusunda ek bir kaynağa ihtiyaç duymadığımızı düşünüyorum artık. Kendisinden kesinlikle hoşlanmayacak kişiye hoşluk hissetmek yukarıdaki durum kadar vahimdir. Kaynağı her ne olursa insan, kötü bir sevgi formuyla karşılaştır ve bunun karşısında çaresizdir.

Sevginin değişken durumlarda iyiliğini ve kötülüğünü sorguladık ama hâlâ daha en temel soruya cevap bulamadık: Sevgi nedir?

Bölüm 3: Sevgi Nedir?

Sevgi, bakış açısıdır. Fakat bu bakış açısını incelerken yine iki durumda incelemek gerekmektedir. Bu iki durumda inceleme durumu düalist bir tutumla değil, iyi sevgi (karşılıklı sevgi) ve kötü sevgi (karşılıksız sevgi, salt sevgi) çerçevesindedir.

İlk başta salt sevgi içeren vahim vakayı incelemek isterim. Sevgi, bakış açısıdır demiştik. Kötü sevgi formunda bakış açısı, öküz altında buzağı aramak gibidir. Bunun için bir senaryo yazalım: Diyelim ki birinden hoşlanıyorsunuz (hoşa duyulan sevgi) fakat o sizi arkadaşı olarak özütlemiş (dosta duyulan sevgi). Bu durum karşılıksız bir sevgiyi meydana getirdiğinden salt sevgi ve/veya kötü sevgi olarak adlandırabilir. Bu senaryodaki her iki insan da birbirlerine duyduğu sevgiyi belirtmemiş olduğunu da ekleyelim. Böylesi bir durumda, hoşlanan kişi, sevginin verdiği kör edicilikle birlikte birtakım yanlış anlamalara kurban gider. Daha doğrusu kendisini yangına körükle atar, yanlış anlamak ister, farklı bir "bakış açısına girer". Dostane sunulan bir teklifi bile salak saçma analiz ederek ondan bir mânâ bulmaya çalışır. Hatta kimi zaman o kadar saçma sapan eylemler yapar ki, bunun farkında olmasını ancak ve ancak dileyebilir.

Bu öküz altında buzağı arama çabası ilk aşamada hoşlanan kişiyi mest eder. Öylesine mest olur ki, kendi yarattığı sahte mutluluğu bir süre sonra asıl hüznüne galip gelmeye başlar. İşin sarpa sardığı yerler de tam da buralarıdır. Birçok insan "hakiki hüznü", "sahte mutluluğa" tercih etmektedir. Nitekim bir süre sonra yaratılan bu "ütopyadan" çıkıp gerçek dünyasında da bunu yaşamak isteyen kişiler açılır fakat reddedilir. Böyle bir durumda sevginin yanına hayal kırıklığı da eklenir ve bunu yapan yine insanın ta kendisidir.

Bunu yok etmek adına insanlık "friendzone"u icat etmiştir. Söylemlerinden herhangi bir mânâ çıkarmasını engelleyen bir Uno kartı gibi güçlü, fakat yine trajedik bir durum. İşe yararlılık konusunda aslında friendzone için söylenecek çok da bir şey yok. Aslında friendzone bir "alan" değil, yanlış yöne bakan kafayı çevirerek doğru yöne bakmayı sağlamaktır.

Karşılıklı sevginin hakim olduğu konuda da sevgi, bakış açısıdır. Fakat bu seferki bakış açısı saçma sapan analizler kasmak değildir. Çünkü zaten bu kişilerin birbirlerine duyduğu sevgi karşılık bulduğundan herhangi bir mânâ çıkarılmasına gerek kalmadan, zaten o anlamda hitap edilir. Karşılıklı sevginin bakış açısı bir nevi hayran duymak ve yüksek puanlı bir kredinin sentezi gibidir. Yine örnek vermek gerekirse, aşık olunan kişinin yaptığı inanılmaz basit bir eylemin bile huzur verecek bir kıvama gelmesi sevgi ve onun "bakış açısı" tanımıyla meydana gelir.

Çok entellektüel ve kafa patlatılmamış bir fikir sunsa da, dünya üzerinde savunulması ve benimsenmesi gereken en mühim beyan buymuş gibi gelir sevginin bakış açısı kuralına göre. Bu sadece ahlaken iyi eylemleri değil, kötü eylemleri de her zaman olmasa da birçok insanı etkiler. Normal şartlar altında hırsızlığı kötü bulan birinin aşık olduğu kişi, hırsızlık yapıyorsa en güzelini o yapabilir. Mevzubahis konu "sevgi" olduğundan herhangi rasyonel bir tutum gözlenmez. Zaten incelenmesi en zor fenomenin sevgi olmasının sebebi tam olarak da budur. Sürekli bir "kimi zaman" duvarına toslar. Kimi zaman, sevilen kişinin ahlaken kötü bir şey yapması şirin görünebilirken kimi zaman mide bulandırıcı görünebilir.

Sürekli romantik ilişkiler üzerinden örnekler vermiş olsam da dosta duyulan sevgide bu çerçevede değerlendirilebilir. Normal şartlar altında size cringe gelecek bir davranış ya da şaka, sırf dostunuzdan geldiği için gülebilir, en kötü ihtimalle terslenmeyebilir. Aslında "dostlarım var kışıma renk veren" şarkı sözüyle bu bakış açısı açıklanabilir. Bu da krediden yemekle mümkün olur. Bir süre sonra bu kredi tükendiğinde sevgi salt'a dönüşürüz ve rezalet bir form alır.

Sevginin aslında aklı ve mantığı devre dışı bırakan bir tür gözlük olduğunu böylece görmüş olduk. Sevginin türlerini, iyi mi kötü mü olduğunu ve daha da önemlisi ne olduğunu inceledik. Peki ya sevgiye dair söylemlerin ne anlama geldiği?

Bölüm 4: "Beni Seven Kimse Yok"

Sevgiye dair en çok duyduğumuz şeyin "Beni seven ne çok kişi var ya!" yerine "Beni seven hiç kimse yok." olduğu çok da şaşılası bir şey değildir. Zibilyor kere söylemiş olsam da dosttan aşka giden sevgi akımında git gide bir eşsizleşme kriterleri devreye girdiğinden, elde edilmesi zorlaşır. Birçok insanın ortak beyanı "Beni seven kimse yok" cümlesinin asıl anlamının "Benim istediğim kişi beni sevmiyor" olduğunu düşünür ki bu tamamen doğrudur. Fakat insanların bu cümleyle alakalı gereksiz alınganlıklar yaptığı da şüphesiz bir gerçektir.

Sevgi konusundaki bu cümle, yalnızlık ile radikal bir benzerlik göstermektedir. "Çok yalnızım" demek aslında "Yanımda istediğim insanlar yok" demek ile aynı şeydir. Fakat nedendir bilinmez insanlar "sevgi" konusunda "yalnızlığa" nazaran daha alıngan davranır. "Beni seven kimse yok" cümlesindeki sevginin salt sevgi olduğunu anlamamak için ek bir çaba gerekmektedir. Bir diğer deyişle işbu cümle, romantiktir. Realistik değil. "Beni seven kimse yok" ile "Hoşlandığım/aşık olduğum birisi var ama bu sevgi salt haldedir." cümlesi tamamen aynı anlamdadır. Bu da "Beni seven kimse yok" diyen kişiye "Ama ben seni seviyorum" demenin hiçbir anlam ifade etmediğini, daha iyi hissettirmemesini mantıklı bir şekilde açıklar.

Hayatın berbat bir şey olduğunu ispatlamak için fazladan bir çalışmaya ihtiyaç duyduğumu düşünmüyorum. Hayat sik gibi, bu konuda hemfikiriz. İşte "Beni seven kimse yok" söylemi de aslında hayatın ne kadar boktan olduğunun farkında olan fakat bunu söylemeye cesareti olmayan insanların bir tür dışa vurmu olarak yorumlanabilir. Sevginin bir bakış açısı olduğunu ve rasyonel kanalları tıkatığını da düşünürsek, sevgisiz birinin (yani aslında kendisini sevmesini isteyen kişi tarafından sevilmeyen birinin) hayat konusunda bu tip düşüncelere sahip olması pek de şaşılası bir şey olmaz. Sevilen insanın biraz daha şen şakrak olması, resmen bir keyifli bir müzikalden fırlamış gibi cıvıl cıvıl öten kuşların ve mis kokulu çiçeklerin arasından seke seke yürümesi hadidesi de biraz buna bağlıdır. "Bekarlık sultanlıktır" söylemi "Karnım çok tok!" ile tamamen aynı şeydir. Tıpkı "Beni seven kimse yok" söylemiyle "Karnım çok aç" beyanının aynı şey olması gibi...

Bölüm 5: Tipik Bir "Toparlamak Gerekirse" Bölümü...

Sevgi hakkında konuşurken "güzel/çirkin" yerine "iyi/kötü" kelimelerini kullandığımı fark etmişsinizdir. Çünkü "beni seven kimse yok". Yani aklın süzgecinden geçen sevginin, iyi ve kötü olduğunu tayin etmek pek de zor olmasa da güzel ya da çirkin olduğunu tayin etmek aklın işi değil, ne yazık ki. Bunu da bir şekilde tecrübe etmek gerekiyor, gerekmesine de yok işte seven yani :napim:

Peki sevgiyi bu kadar temellendirmek ve hakkında uzun uzun yazılar yazmak mantıklı bir iş mi? Aslında pek değil. Ben sadece bunu kötü hissettiğim ve biraz keyif almak için kaleme aldım. Çünkü bu konulara dair bu kadar düşünmeye başladıkça insan kendini sorgulamaya başlıyor. "Neden sevilmiyorum" ve "Neden sevgiyi hak etmiyorum" gibi türev sorular yüreği sıkıştıran cinsten şeyler. Hiç kimsenin böyle bir durumda kalmamasını diliyorum. Düşmanımın bile.

Burada iki satır yazı yazıp ahkam kesmesi inanın en kolay olanı. "İmkansız olan sevdaları düşünüp mest olmayın, onun sanal dünyasına kanmayın!" diye atıp tutarken bu hataya bizzat ben düşüyorum. Şu an söyleyeceklerim bütün bu yazdıklarımı çöpe atacak ama biliyor musunuz, bazen insanın buna da ihtiyacı var ya. "Çok uzun süredir tanığım kimseden hoşlanmıyorum lan acaba sorun bende mi?" diye düşünmeye ramak kala karşınıza çıkan birinden hoşnutluk duymanız fakat O'nun sizden çok yüksek ihtimalle hoşlanmaması... Ne bileyim ya, bazen bu da gerekiyor gibi.

Sevgi karnında kelebekler uçuşması mı, yoksa kimin yanında olduğunda en rahat tavrını takınabilmen mi? Bu sorunun cevabını vermeyeceğim ama Descartes'ın "Düşünüyorum öyleyse varım" (yine Schopenhauer'luk yapasım geldi, aaa bilgi bildiğimi göstermem lazım canım! "cogito ergo sum") sözünden inanılmaz özenerek son bir şey aktarmak isterim.

"Kesin olan bir şey var. Bir kişinin sevgisini şüphe etmek. Şüphe etmek, bakış açını değiştirmektir. Bakış açısı sevmektir. Öyleyse sevgim şüphesizdir. Seviyorum, o hâlde varım. İlk bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim."

Beni sevdiğinden emin olduğum hayali dostumun bile sevgisini zor zamanlarda hissedemiyorum. Hiç kimse sevmiyor ve sevmeyecek olsa da bile bu hayali dostum her daim benimle birlikte olacak ve beni sevecekti. Çünkü "ana rahminde sana biçim vermeden önce tanıdım seni" demişti bu hayali dostum. Bu sebepten ötürü ona biraz kırgınım. Neyse alacağı olsun, belki de "hayali" olduğu için sonunda bu duvara toslamışımdır. Fakat yukarıda da dediğim gibi şüphe içinde olmadığım sevgilerim de var. Her neyse görüşürüz.

12 Mart 2021 Cuma

düzene sokulamayan hayatlar ve oyunlaştırma teorisi üzerine

 öncelikle cümleten S.A.

nasılsınız, keyifleriniz umuyorum ki gıcırdır. eğer ki keyifler gıcırsa direkt girişiyorum konuya. genellikle blog'a yazı yazarken (ki en son yazdığım şeyin 2020'de olduğunu düşünürsek) kişisel konulardan bahsetmeyi pek sevmiyorum. evet, fikir beyan ettiğim için illa ki duygu durumlarım ve hissediklerim yazıya bir şekilde dahil oluyorlar. fakat demek istediğim blog'u çıkış amacına göre, yani bir günlük gibi kullanmıyorum. blog yazılarının başında çoğu zaman üzgün olduğumu ve üzgün olduğum zaman din felsefesi üzerine yazdığımı söylüyorum. şu anda da üzgün olduğum bilgisi doğrudur, lakin bir şeyler araştırıp felsefe yazısı yazmak yerine neden bilmiyorum bizzat kendimden bahsetmek istiyorum.

üzgün olmamla alakalı işin üzücü tarafı, bu üzüntüyü herhangi bir şeye temellendiremem. bir diğer deyişle, "neden üzgünsün?" sorusuna net bir cevap veremiyorum. birtakım cevapları var, yok değil: gelecek kaygısı, aile ilişkileri, okulun uzaması, siyasi ve romantik sebepler... fakat hangisi hüznün temelini oluşturup benim bok gibi hissetmeme ve biricik de olsa yararlı bir şey yapamamama neden oluyor, bunu bilemiyorum. bilmediğim için sorunu da çözemiyor, sorunu çözemediğim için hayatımı düzene sokamıyor, hayatımı düzene sokamadığım için biraz daha üzülüyorum. ve bu bir döngü halinde devam ediyor.

mevzubahis motivasyon eksikliği olduğu zaman "sadece kendine güven" tavsiyesinden katbekat daha çok işe yarayan bir şeyi kullanıyordum: oyunlaştırma teorisi. oyunlaştırma teorisi diyor ki, hayat denen bu amk çocu'nu biraz daha katlanabilir ve eğlenceli kılmak için gerçekten bir oyun gibi kural/oynanış çerçevesine sokalım. örneğin "para" grind'lamak için "iş" adı verilen quest'i yapmak ya da "resim çizme" skill'ini geliştirmek için beceri kitabı okumak. bu şekilde, mmo jargonuyla anlatınca "zahmet" olarak görünen bu eylemlerin birden bire eğlenceli etkinlikle dönüşmesi, hele ki benim gibi oyun oynamaktan keyif olan birisi için, harika bir durum. tüm bunlara rağmen beynimi kurcalamadan edemiyor: neden zahmeti bir şekilde keyifleştiren beynim artık bunları zahmetin zahmeti olarak görmeye başladı?

aslında bundan birkaç gün öncesi inanılmaz iyiydi. hüznüm hiçbir zaman dinmedi, fakat verimli olmayı başarabiliyordum. yeni bir enstrüman aldım mesela, onu kurcalıyordum. ya da yazılım öğren dediğiniz için yapay zekânın nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye başlamıştım. youtube'a video yapmak için yayın akışı hazırlamak, video metni yazmak, seslendirmek, seo çalışmak gibi (((bence))) inanılmaz verimli şeyler yapmıştım. ben gerçekten artık anlamlandıramıyorum. neden birden bire bu kadar sert çakılıyorum?

hiçbir şeye çözüm sunmadığımın ve sadece soru sorduğumun farkındayım ama neden hayal kurmak için uyku uyumayı tercih ediyorum? gerçi sorun da bu ya, cevap verememek. mesela bir soru daha sormak isterim: neden kendime bu kadar yükleniyorum? "kendini sevmeyen birini kimse sevmez" klişesi doğru mu ya? kendimi neden değerli bulamıyorum da insanların bunu bana söylemesine ihtiyaç duyuyorum? dolanbaçlı lafları bir kenara bırakarak devam edeceğim artık: yeni ahit'i ilk kez okuduğum zaman "tanrı sevgidir" tanımını okuyan ve beynimden vurulmuşa dönen ben, neden birden bire bu sevgiyi hissedememeye başlamıştım? şimdi düşündüm de, sanırım tek cevabını bildiğim sorunun cevabı bu ya.

varoluşçu reis sartre'ın yalnızlık ile alakalı ne söylediğini bilir misiniz çocuklar? düşündüklerinizin kafanızın duvarlarına çarpmasıyla alakalı olan şeyi demiyorum ama. yalnızlık, yanınızda birilerinin olmaması değil istediğiniz kişinin olmamasıyla alaklı. işbu durum sevgi için de aynı çalışıyor olsa gerek. rastgele birilerinin sevgisini değil sizi sevmesini istediğiniz kişinin sevgisini istiyorsunuz. peki durumu benim gözümden bakacak olursak yine bir soruyla daha kafanızı ütülemek isterim: neden beni sevmesini istediğim kişi yine bizzat ben değil de, O olmak zorunda?

oyun, kurallara uygun oynayınca eğlenceli. kural kitapçını başkasına verince istediği gibi kuralları eğip bükmesine izin veriyoruz aslında. bu da aldığımız keyfi düşürüyor gibi, bunun farkındayım. ama bu kural kitapçını nasıl ele alırız keşke bunu da bilseydim. bu satırları okuduğunuzda (ki neden okuyasınız, ve hatta neden bu yazdıklarımın okunulmayacak değersizlikte olduğunu düşünüyorum onu bile bilmiyorum) edebiyat parçaladığımı ve hatta kafa açtığımı düşünebilirsiniz. eh haklı gibi de duruyorsunuz aslında. fakat kendimi ifade edebilmenin daha iyi bir yolunu ne yazık ki düşünemiyorum.

hayat, benim gibi biri için fazla "compatitive".
ne zaman "chill"leyip dalgamıza bakarız tahmini? 

"uykuyu düzene sokmak" gibi basit bir şeyi bile beceremiyorken nasıl dahasına yönelebilirim ki? hayatımda daha önce bir şeyleri başarmadım mı, aslında evet başardım. bunları neden küçük şeyler olarak görüyorum ki peki? örneğin üniversitem. ben "ytü'de okuyorum" dediğimde çok keyif alıyorum dürüst olmak gerekirse, gurur duyuyorum yani. fakat kendi başımayken bunu neden matah bir şey göremiyorum. ya da hatırladığım gibi mi kof 98 videomu (ilk başta yazarken videosunu yazdığımı fark ettim, yani kendi videomu bile sahiplenemiyorum bilincimin altında sanırım) izlerken kendi sesimi duymaya tahammül edemezken enis ve dost'un video hakkında olumlu konuşmaları beni neden mest ediyor?

tüm bu tatavayı bir kenara bıracak olursak ben artık kötü hissetmekten ve saman alevinden hallice sevinçlerimden sıkıldım. huzurlu ve mutlu hissetmenin hakkım olduğunu düşünüyorum. çünkü bunları hak eden birisi olduğumu düşünmüyorum aslında. fakat bu tutarsızlığın ve karmaşıklığın içinde kalmış, yönünü bulamayan bir insan olmaya şimdilik dewamke. umarım bir gün buraya yazdığım soruların cevabını bulurum. bu soruların cevabını veren ya da bu soruların tamamını unutturabilecek biri de gayet kabul edilebilir. understabil, iyi günler dilerim.

cümleten A.S.

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Oruç Üzerine Bir Diyalog #2 - Ramazan TV Programları

Mehmet: Elhamdülilah! Sofranı bana açtığın için çok teşekkür ederim eski dostum İshak. Ellerine sağlık, sofran her daim dolu olsun. Hayır bu sefer senin söylediğin gibi söylemek istiyorum: Hallelujah!

İshak: Afiyet olsun. Soframız gerçekten çok güzeldi, seninle birlikte paylaşmak lezzete lezzet kattı. Tanrı tuttuğun orucu kabul etsin sevgili dostum. Çünkü bundan çok muzdarip biri olarak çok iyi biliyorum ki bir insanın en kötü düşmanı ne yazık ki kendisi. Yani daha doğrusu içerisindeki nefs. Eve varmadan önceki sohbetimizde orucun basit bir yeme içme eyleminden çok daha fazlasını düşündüğümü söylemiştim zaten. O yüzden bu yaptığını çok değerli buluyorum, kabul olsun.

Mehmet: İyi dileklerin için teşekkürler.

İshak: Hadi buyur evimde biraz daha kal. Hem biraz daha laflarız, hem etraf biraz durulmuş olur. Ya da hepten iyisi mi sen bugün bende kal, kal ki beraber sahur yapalım.

Mehmet: Bu ne kadar güzel bir fikir böyle?! Tabii ki kalmayı, seninle sahur yapmayı çok isterim. Ah eski dostum, belki de çok sık dile getirdiğim için artık değersiz geliyor olabilir fakat seni de keyifli muhabbetini de çok seviyorum. Hayatım çok macera dolu değil, sıradan işte yani. Para kazanmak için evden çıkar, akşam olduğunda yuvama geri dönerim. Kimi zaman Antik Yunan kitapları okurum da insanların gündüz vakti dışarıda olmalarını pek kıskanırım. Seninle sohbetlerim bana hep bunları andırır. O yüzden eğlenmenin yanı sıra öğrenirim de. Her kim ki oruç tutmadığında pek sinirlenirdim fakat sayende gördüm ki bu o kadar da büyük bir problem değil.

İshak: Ya RAB, bu duyduklarım çok güzel şeyler! Sakın, sakın ha böyle düşünme! İstersen bir kere, istersen milyon kere söyle "sevmek" asla değersizleşmez. İmanım da, ahlakım da gücünü sevgiden alır. Çünkü Rab bilir ya; O beni sever; ben O'nu sevmesem bile. Ne mutludur ki varlıkla ödüllendirilmiş bir kulumdur, kimi zaman Tanrı'mla arama bir soğukluk girse de kuralları her zaman benim için geçerli olacaktır. İnsanlar hep şükranlarını sunarken "Bize vermiş olduğun nimetler için şükürler olsun Allah'ım" der. Bu ne iki yüzlü bir şükrandır böyle! Ne yazık ki hiç "Beni var ettiğin için" diye şükür ettiğini duymadım. E o zaman bu şükranı ben sunayım: "Senin tarafından sevilmek için gerek tek vasfı, var olmayı, bana yüklediğin binlerce kez sana şükürler olsun!"

Mehmet: Belki de bu yüzden çok iyi dostuzdur? Sonuçta fikirlerimiz pek bir farklı. Sadece fikirlerimiz değil, düşüncelerimiz, hayat tarzımız ve belki de inandığımız değerler. Bunların pek bir önemi var mı, sanmam. Bizim gibi var olduğunu dibine kadar hissedenler bunun gibi etiketleri görmezden gelirler. Sufiler, Tanrı evrendirciler gibi varlığına gölge düşürenlerin bu çerçevede düşüneceklerine pek inanmıyorum.

İshak: Çok güzel bir noktaya parmak bastın! Pek ben sevmem ama senin için bir çay koyayım, sen de o sırada bir televizyonu aç. Ne de olsa Ramazan'dayız artık, Ramazan'ın gelmesiyle birlikte TV programları da peydah olmuştur herhalde. İki yüzlü soytarılar! Yusuf'un çektiği çileyi, Eyüp'ün her ne durumda olursa olsun şükür ettiğini söyler de milyonlarca liraları ceplerine indirirler! Bir nabzını tutalım bakalım, ne derler? Hmm biraz genç biri gibi konuşayım mı: Boş yapıyorlar mı?

Mehmet: Açayım açmasına da para kazanmalarına neden bu kadar sinirlendin anlamış değilim. Sonuçta bilgi birikimlerini paylaşmalarının haricinde kameralar karşısına geçip bir mesai harcıyorlar, havadan kazanmıyorlar ki. En kötü ihtimalle ortaya koydukları bir emek, bir çaba var. Yani daha teolojik söylemem gerekirse kazandıkları para helal. İnsanlar onlara "hocam" demekten çekinmiyor.

İshak: Evet, isimlerinin önündeki doktor unvanını, tıp cerrahisinde hekim olan bir doktorla karıştıran cahillerden bahsediyorsun herhalde. Onlara istediği söyleyen hoca, doğru olsa bile istemediğini söyleyen kafir olur. İş yerinde bir çalışma arkadaşım var, senden iyi olmasın, ailesiyle birlikte otururken laf lafı açmış ve konu buralara gelmiş. Sadece ve sadece söylediği şey hadislere inanmadığı fakat kitabının kutsal, peygamberinin elçi olduğuna yürekten inanması iken oldukça hor görülmüş. Sen bu zihniyetteki birine nasıl olur da "özgürlükten" bahsedebilirsin? Bak yine bir genç gibi konuşacağım: Kafanı kesersem, şüphe falan kalmaz.

Ayrıca bence çok kritik bir hata yaptın dostum sana hiç yakıştıramadım. Ben para kazanmalarına kızmadım, tabii ki de haklısın, bilgi birikimi meselesi dışında. Yani teknik olarak üniversiteler okumuş, doktora yapmış profesörler fakat ikimiz de çok iyi biliyor ki bu tip programların editörleri bambaşka insanlar. Ayrıca orada bulunan küçük bir monitör her şeyi çözüyor. Seni, beni koy çok da sırıtmayız ne dersin? Onun haricinde benim dikkat çekmek istediğim nokta şükürcü değil çilekeş olmaları. Eğer her şey sahte, Dünya malı Dünya'da kalırsa birazcık samimiyet istiyorum.

Mehmet: Bu konuda ayrı bir sinirli olduğunu görüyorum, neden?

İshak: Çok basit çünkü insanlar salak. Asla ama kat'i suretle yaratıcı ya da zor bir soru sormuyorlar. Genelde bu tip insanlara "Birazcık araştırsa, açsa baksa kolaylıkla bulabilir." diye kızarız ya. Artık soruları o kadar kalitesiz ve kötü ki araştırma yapma gerek yok, akıl yürütmek yeterli! Mesela şu zekat-fitre-fidye meselesini ele alalım. Her sene sorulur, istisnasız. Adamın sorduğu soru "Anneme ve kaynanama verebilir miyim?" oluyor. Çok değil 2 dakika akıl yürütüyorum sadece. Annen zaten halihazırda sorumluluk kapsamına girebilecek kan ile bağlı bir bireyken kayınvalide yabancı, yani daha doğrusu kan bağı olmayan biri. Cevap kendini ele verdi bile. Annene veremiyorken kayınvalidene vermekte bir sorun yok.

"Hocamğn, ğiyi ğaşkamğlar ğçorum'ğadn selağm ğetirdğink. Orğuçlykene leblebğiy yemenğ oruç bozarğı?" ya da şu favorim. "Hocam ben işsizim, fakirim, fitre vermem gerekir mi?" Evet gerekir evladım, kredi çek ver. Te Allah'ım ya...

Mehmet: İshak? Hiç böyle konuştuğunu görmemiştim "Te Allah'ım" demek? Sen gerçekten bu konu hakkında pek dolusun görüyorum ki. Aslında hak vermemek elde değil fakat insanların doğru bilgiyi elde etmelerindeki çabayı küçümsemeli miyiz? Sen bana anlattın bir başkası değil. Hatırlar mısın bir dersinde öğrencinin teki çok ahmakça bir soru sorduktan sonra hocan: "Soru sormanın verdiği kutsaliyete dayanarak bir şey demiyorum fakat bu çok amatörce ve kötü bir soru." dememiş miydi?

İshak: Ama bak hocam buna rağmen o sorunun kötü olduğunu düşüyor, sadece saygısızlık edip sorusuna cevap vermemezlik etmiyor. Yani dolu olduğum fikri doğru olabilir de benimki daha çok her şeyden etkilenmenin verdiği bir dışa vurum diyelim. Çünkü salak insanlar artık hayatımızın her yerinde varlar ve artık burnumuzun dibinde olduğunda pek can sıkar oldular.

İsmini Vermek İstemeyen İzleyici: Hocam iyi akşamlar öncelikle Ramazan'ınız hayırlı olsun. Hocam. Ramazan'da dualar daha çok kabul olur derler, olur değil mi?

İsmini Vermek İsteyen İzleyici: Hocam, benim oğlum evlendi. Ama evlendiği kız 3 ay içinde altınları alıp gitti. Ben de ona beddua okuyorum, günah mıdır?

İshak: Vah vaaah, görmez misin Mehmet? Durum daha da vahim.

Mehmet: Ne oldu İshak?

İshak: Artık durum bilgi edinmenin de ötesinde. Bakar mısın, yaşadığımız topraklar tam bir trajedi cümbüşü! Şu ismini vermek istemeyen kadının dediklerine ve bir de söylerken ki ses tonuna de bir bak. "Ramazan'da dualar daha çok kabul olurmuş, doğru mu?" sorusunu gerçekten teyit etmek için sormuş olamaz herhalde. Bu soruda ne yaşanmışlıklar, ne kötü olaylar var... Kim bilir belki de kocası, ona şiddet uygulayan biridir. Boşanmak istiyordur fakat ailesi ona destek olmuyor ya da kocası bizzat tehdit ediyordur. Ah ben bile şu an kendimi kapana kısılmış hissediyorum. Her gece haykıra haykıra, ağlaya ağlaya yalvarıyor da kocası bir türlü uslanmıyor. Olabilir, yaşanmışlığı var.

Ya da çocuğu uyuşturucu bağımlısı. Onun krizlerine şahit oldukça bir anne olarak o da çok üzülüyor. Kahroluyor. Dua etmekten başka elinden başka bir şey gelmeyen bu kadın, belki Ramazan olmasının yüzü suyu hürmetine duasının kabul olacağına inanmak istiyor. Bu soruyu teyit etmek için değil, kendini rahatlamak için, bir terapi olarak kullanıyor.

Peki ya altınları alıp giden geline beddua okuyan kadına ne demeli? Senaryo ne kadar umurumuzda, beddua etmek günah. Bitti, bu kadar. Ben sana şunu söyleyeyim: Alkol oranı %8 değil de %6 olan bir içki içtim, günah mıdır? Bu kadın baya net şekilde, açık açık günah çıkartmaya çalışıyor. Bunları görmüyorum deme bana, kabak çiçeği gibi ortadalar çünkü!

Mehmet: Öyle kullansınlar, ne var ki? Eğer işe yarıyorsa ve kendilerini daha rahat/güvenli hissediyorlarsa bırak yapsınlar. Eğer dediğin gibiyse bu insanlar gariban, bu tip şeyleri paylaşacak kimseleri yok ve insanlık hali tabii ki de dertlerini hafifletmek için anlatacaklar.

İshak: İşe yararlılık konusunda diyebilecek bir şeyim yok. İnsanların ikiyüzlülüğü burada asıl sorun. "Günah çıkarma" ayinini yapan pis kafirler, cehennem yakıtları, teröristler ve dış mihraklar. Kendileri yapınca soru sormak? Bu adil değil. Ben sevelim, sevilelim diyorum. Bu insanlar hâlâ daha aramıza duvarlar örme konusunda, "kızgın demiri soğutmama" fikrinde oldukça sabitler.

Mehmet: İşte şimdi senin asıl üzüldüğün noktayı anladım. Ramazan da TV programları da bahane. Sen, insanların senin gibi düşünenlere karşı takındığı tutumla direkt karşı karşıya kalmaktan rahatsız oluyorsun. Fakat sen demez miydin Tanrı kendisini sevmeyen birini bile sevebilecek kadar erdemlidir diye.

İshak: Ben Tanrı değilim.

...

...

Kitap Hatimoğlu: Gel artık, diyordu! Dayanamıyorum lütfen diye haykırıyordu! Arından ellerini göğe açtı ve başladı... Allah'ım eyzü bil dunillaü ekberi ci...

İshak: Benim anlamadığım bir nokta var. Sonuçta dinlerin enva-i çeşit mezhepleri var. Bu programdaki hocalar neden sadece çoğunluk mezheplerin anlayışına göre cevap veriyor? Tamam kimi zaman farklı mezhep isimlerini de andığını duyuyoruz fakat bu mezhepler de temelde Sünni anlayışının çevresine dolanan "kardeş mezhepler" olduğundan pek değerli gelmiyor. Mesela bir soruya cevaben hadis okuduklarında hadislere inanmayan fakat kitabın kutsaliyetine dair içinde hiçbir şüphe barındırmayan insanlar için nasıl bir cevap vermiş olabilirler?

Mehmet: Ya aslında bunun cevabını biliyorsun da bilmemezlikten geliyorsun. Onlara göre senin söylediğin kişiler sapkındır. Sorularının cevaplandırılması gerekmez. Sünni-Şii kavgası hâlâ daha günümüzde görülmez mi? Ehl-i sünnetin hocaları Şii'ler için asla bir cevap vermez. Bilmediğinden mi, belki de ondan. Uzmanlıklarını alanlarında yapmış olmaları muhtemel olsa da iyi niyet aramak pek imkansızdır. Çünkü isimlerini anmazlar bile. Bahse girerim ki birçoğu Aleviliği bambaşka bir din olarak tanımlıyordur. Hatta ileri gideyim mi, Ali'nin peygamber olduğunu iddia ettiklerini düşünüyorlardır. Belki Ramazan ayında Alevilere oruç tutmak farz olmayabilir, fakat oruç dışı bir soru yöneltildiğinde farklı inanışlara göre nasıl şekillendiğini anlatmak bu kadar zor mu olmalıdır?

İshak: Mehmet! Tam da duymak istediğim şeyleri söyledin! Bu söylediklerine yürekten inanır mısın yoksa sadece ben duymak istiyorum diye mi söyledin?

Mehmet: Söylediklerimde samimiydim. Neden bilmiyorum her iftardan önceki dualarda Allah'tan bir şeyler isterken hepimize değil sadece kendilerine istiyorlarmış gibi geliyor. Ben mi çok alınganım, yoksa onlar mı gerçekten paylaşımsız inan hiç bilmiyorum. Teknik olarak böyle bir zorunlulukları olmayabilir fakat zorunluluk olmaması ille de jest yapmayacakları anlamına mı gelir?

İshak: En azından tutarlılar be Mehmet. Bu gözler, bu kulaklar ne sorulara -ay çok pardon- ne trajedilere şahit oldu! Hocanın tekine "hocam ben sanki, 'benim gibi birinden hoşlanıyorum' ne yapmalıyım" diye sorduğunda "Ay canım benim seni tebrik ederim" demesini mi bekleriz yoksa "Bu da senin sınavın, sakın böyle bir şey yapma" demesini mi? Hislerinde samimi olmasa bile eğer olur da kibar olmak için ilkini derse, kendi ekmek kapısına zarar vermesiyle sonuçlanır.

Mehmet: Ah be İshak, her şey para mıdır?

İshak: Tabağı öylesine sünnetlediler ki Mehmet, bize bir şey kalmadı. Çok zengin olmak isteyen kim? Başımı sokacak bir çatı, üç beş lokma yemeğim, bir de içten bir dostum olsa bana yeter. Fakat Mehmet, bize bunu bile çok gördüler.

Mehmet: İş ve ev haricinde çok bir yaşantım olduğunu söylemiştim. Kimi zaman çok sıkıyorum, çekip gitmek istiyorum fakat geri dönülmez bir yol olduğunu bildiğimden kendimi frenliyorum. Ya daha açık seçik konuşacağım: Elimdeki işi kaybedersem bir alternatifi olmayacağını biliyorum.

İshak: Ben olmasam, hatta kimsen olmasa sen de hocaya dönüp "İş bulma duası" diye sorar mıydın?

Mehmet: Şimdi daha iyi anlıyorum.

İshak: Gerçi sahura çok bir şey kalmadı ama hadi gel biraz kestirelim. Hem ayırca unutmadım dua etmek üzerine de sohbet edecektik. Haydi iyi geceler dostum.

Mehmet: Doğru ya! Heyecanla bekleyeceğim! İyi geceler İshak.

2 Ağustos 2019 Cuma

İgnis Hortus'un Felsefe Fikirleri ve Argümanları

Merhaba. Bu yazıyı yayımladıysam bil ki çok yoğun bir metnin bitişinden sizinle iletişim kuruyorum. Çünkü bu yazı, benim tüm felsefe alanlarına karşı olan bakışlarımı açıkladığım bir yazı olacak. Bilgi felsefesinden, sanat felsefesine; varlık felsefesinden, din felsefesine kadar çok geniş bir yelpazede kelimenin tam anlamıyla "beni" okuyacaksınız.

Şimdiden uyarı, bu yazı çok yaratıcı fikirler içermez. Bu yazıda birçok filozofa övgü, birçok filozofa sövgü olacaktır. Benim kaliteli olarak nitelendirebileceğim filozofların görüşlerinin sentezlenmesi ve ufak bir İgnis Hortus tutamı katılmasından başka bir şey değildir. Eğer sıkı bir felsefe okuyucusu iseniz belki de yeni bir şey okumayacaksınız. Fakat ben, ben olacağım. Bundan daha önemli bir şey yok.

Başlamadan Önce

Herkes bilir ki benim en sevdiğim filozof tartışmalara yer vermeksizin Immanuel Kant'tır. Alman felsefesinin kurucusu olan bu sihirli adam, kendisinden sonra gelen birçok filozofu etkilemeyi kesinlikle başarmıştır. Öyle ki ayrı kulvarlarda felsefe üretmelerine rağmen Schopenhauer, her fırsatını buldukça Kant'ı över. "Piyasayı" sallayan bu adam elbette benim de düşünce sistemimi oldukça etkilemiştir. Kant'ın a priori ve a posteriori'si felsefe literatürüne inanılmaz derecede hakimdir. Tanımlarını az sonra yapacağım bu iki kelime Latince kökenlidir ve benim fikir beyanlarımda bu sistemden nasibini almıştır. Her ne kadar benim kelimelerim Türkçe olsa da kendimi daha kolay ifade edebilmek adına, "e göre, e rağmen, e için" gibi Kant özentisi tabirler göreceksiniz. Bu tabirler, konusu geldiğinde yeterince bahsedileceği için şimdilik geçiyorum. Asıl orijinal kelimelere geçecek olursak;

a priori: Bir deneye ya da deneyime başvurmadan teyit edilebilen bilgilere denmektedir. Örneğin bir pastanın dilimlenmiş parçalarının birleştirilmesi sonucunda bir tam pasta çıkması deney edilmesi gerekmeyen bir bilgidir.

a posteriori: Bir deneye ya da deneyime başvurularak teyit edilebilen bilgilere denmektedir. Örneğin içerisinde ateş yanan bir sobaya dokunduğunda canın acıması bilgisi ya sobaya dokunarak ya da sobaya dokunan başka biri tarafından uyarılarak elde edilen bir bilgidir.

a priori ve a posteriori, akıl yürütme yöntemleri için iki kavalyenin dansı gibidir. Aklın hali hazırda zorlamadan temin edebileceği bilgi ile başlayarak deney gerektiren bilgiye doğru istikrarsız adımı -biraz cesur bir söylem olabilir fakat- bir nevi bilimlerin metodolojisine benzemektedir.

a priori bir bilgi olarak, "Cisim havada kalmaz." bilgisini ele alalım. Rasyonel akıl yürütüş ile cismin havada kalmama sebeplerini incelemeye başlayalım. "Sebep 1: Yerin altından cismi çeken bir kuvvet olabilir." ya da "Sebep 2: Gökyüzünden cismi iten bir kuvvet olabilir." sebepleriyle iki adet akıl yürütüş yapmış oluruz. Fakat irrasyonel olan sebepleri fark etmeden elemiş oluruz. "Sebep 3: Yerin altından cismi iten bir kuvvet olabilir." ya da "Sebep 4: Gökyüzünden cismi çeken bir kuvvet olabilir." sebepleri cismin havada kalmaması veya yere düşmesi sebebiyle hiç incelenmesine gerek kalmadan akıl yürütmenin süzgecine takılmış olur. a priori bilgiden elde edilen Sebep 1 ve Sebep 2 artık bizim için a posteriori olmuş durumdadır. Ölçümler, deneyler ve bir diğer akıl yürütüşler bize göstermiştir ki, "Cisim havada kalmaz." a priori bilgisi aslında "Yerin altından cismi çeken bir kuvvet vardır." a posteriori bilgisinin ilkel ve detaysız halidir.

Kant'ın "deneyden önce ve deneyden sonra"sı insanlık tarihinin en ilkel öğrenme yöntemi olan deneme-yanılma yönteminden kaybedilen vakti fersah fersah geri vermiştir. Yukarıdaki örnek üzerinden gidecek olursak a priori ve a posteriori olmasaydı yanlış oldukları apaçık belli olan Sebep 3 ve Sebep 4'ü de incelemek zorunda kalacaktık. Elimizde 4 birimlik bir zaman olduğunu var sayalım. Her birinin, bir diğeri kadar doğru olma olasılığı olsaydı her bir sebep adına 1 birim zaman harcayarak hakiki olana gerektiği kadar zaman ayırmamış olacaktır. Fakat hemen eleyebildiğimiz ve bize mantıklı gelmeyen sebepler de çıkarıldığı zaman geriye sadece iki sebep kalacağından her biri üzerinde 2 birimlik zaman harcanabilecekti. İşte Kant'ın akıl yürütme sistemolojisi ve a priori ile a posteriori'si insanlığın gelişiminin neden doğrusal olarak artmak yerine logaritmik arttığının en güzel cevabıdır.

İgnis Hortus'la birlikte 5 adet felsefenin içerisinde dalacağız. Bunlar yazıdaki sırasıyla; bilgi, varlık, ahlak, sanat ve din felsefeleri olacak. Siyaset ve bilim felsefelerine dair yüksek seviyede okumalarım olmadığı için bunları şimdilik bu yazıda es geçmiş olsam da ikinci bir bölüm olarak kesinlikle eklemek isterim. Çünkü Marx'ın komün yaşamı ve Amerikalıların ıslak liberal rüyaları tartışmasız yazmaya ve okumaya değer. Fakat dediğim gibi, eğer deyim yerindeyse kendimi bu cephelerde iddialı hissetmediğimden ötürü bu yazıda yer edinmeyecekler.

Metodoloji: Öncelikle başlık olarak hangi felsefenin irdeleneceği verildikten sonra "e göre, e rağmen" kelimelerinden hangisinin uygun olduğu söylenecek. Ardından bu kelimelerin o metin için ne anlama geldiği belirtildikten sonra fikir beyanı başlayacak. İçerisinde bol bol filozof referansı ve eleştirisi olacak bu fikir beyanlarında mümkün olduğunca top taca atılmamaya çalışılacak. Ben hayatının her alanında sentezci biri olarak SADECE bu yazıya özel olarak siyah ve beyaz diyeceğim. Grinin mutlakiyetine inanan değil, bilen biri olarak bu benim için oldukça zor geçecek fakat yazının eğlenceli ve radikal olmasını sağlayan element de tam olarak bu olacak.

Daha girişte bile Kant'ı övdük ama biter mi, bitmeyecek efendim. Kant'ı bala batırıp baldan çıkaracağız daha ne övgüler düzeceğiz ama şimdilik bir sakin olalım. a priori'yi ve metodolojiyi iyice anladıysak kemerlerinizi takmaya hazırlanın. Sert fakat eğlenceli bir felsefi yolculuk olarak. İşte blog'un da adını aldığı, İgnis Hortus'un fikir beyanı!

Bilgi Felsefesi

"e göre: Birine göre bilginin ne olduğu anlamsız olduğundan mutlak doğru bilgi vardır."

İgnis Hortus'a göre bilgi, "e göre"dir. Yani bir diğer deyişle bilgiye mevcut kişinin beyanı, bilginin doğruluğuna herhangi bir zarar vermez ve o -bilgi- doğruluğuna tamamen devam eder. Örnek vermek gerekirse, "Türkiye'nin başkenti Muğla'dır." bilgisi, Türkiye'nin başkentinin Ankara olduğu gerçeğini asla ve asla değiştirmez. Değiştirmekle kalmaz, "Türkiye'nin başkenti Ankara'dır." doğru bilgisinin anlamına zarar dahi veremez çünkü yanlış bilgi en hafif tabirle ...'dir. "Bana göre Türkiye'nin başkenti Muğla'dır." beyanı ise herhangi bir anlam ifade etmez. Çünkü birine göre bilginin ne olduğu anlamsız olduğundan mutlak doğru bilgi vardır.

Kant'ın a priori'sinde de açıkça gördük ki bilgiyi elde etmek adına sadece aklı çalıştırmak yeterlidir. Sokrates ve Platon'a göre öğrenmek, hatırlamaktır. Bilgiler doğuştan bir şekilde bir hard diskin içerisindeymişçesine zihnimizde yüklü olarak gelir. Bu nedenle ötürüdür ki, aynı zamanda bu iki Antik Yunanlı ahlak felsefelerinin temelini de tam olarak buna dayarlar. İlerideki başlıkta detaylı işleyeceğimiz için atlayacağım bu ahlak anlayışı ile bilgi felsefesi tamamen iç içedir. Sokrates, bilgi bilmek hatırlamaktır düşüncesini Menon adlı diyaloğunda herhangi bir geometri eğitimi almamış köleye geometri problemi çözdürerek kanıtlar. Fakat Sokrates'in milattan önce yaşamasından ötürü müdür bilinmez atladığı bir nokta vardır. O da şudur ki, bilgiler gerçekten de doğuştan zihne kazındığından ötürü mü bu problem çözülmüştür yoksa akıl, orada doğaçlama davranarak "akıl yürütme" metodunu mu kullanmıştır. Daha felsefevari bir söylemle; akıl o diyalogda Sokrates'in tanımladığı gibi mi davranmıştır yoksa Kant'ın tanımladığı gibi mi?

Sokrates'in bilgi felsefesinde dair söylemleri ilk başta kocaman bir mitoloji ögesiymiş gibi gelebilir. Evet, arasındaki farkı biliyorum ama bir bebeğin emzirme "refleksiyle" birlikte doğması da en az herhangi bir bilgiyle doğmasından şaşılasıdır. Kimseyi gözlemleme imkanı bulmamasına rağmen emmek fiiline hakim olan bir yavru, bunu doğuştan ibaret yapabiliyor. Peki ya buna rağmen neden Sokrates'in doğuştan bilgisi yerine e göre bilgi fikri kabul edilmelidir?

Bu sorunun cevabı aslında inanılmaz derecede basittir. Sokrates'in doğuştan bilgisi eğer kabul edilebilecek bir felsefik metodoloji olsaydı şu an yanlış bilginin varlığından asla bahsedemezdik. Bu da bizi otomatik olarak e göre bilgiye yönlendirir. Çünkü birine göre bilginin yanlış olması o bilginin doğru olmasına herhangi bir etki etmeyeceğinden hem Kant'ın bilgi felsefesine ihanet edilmemiş olunur hem de rasyonel olur. Neden rasyonel olur ya da yanlış bilginin varlığı hakkında nasıl bir şey diyebiliriz ki? Merhaba Descartes, sahne senin!

Düel, süslü söylemlerden uzak, ikili çalışan bir beyne sahibiz. Bu beyin, ilk aşamada 1 ve 0 olarak işlediği bilgiyi 0,25 0,75 0,50 gibi farklı formlarda tutabiliyor. Bir bilgisayar mühendisinin dilini konuşmak yerine kendi dilimize dönecek olursak beyin için her şey sadece, "var/yok, iyi/kötü, doğru/yanlış"tan ibaret. İlk idrakını bu şekilde yapan beyin, ardından sentezleyerek ortaya yepyeni ürünler koyuyor. Bu tartışmamıza çok da gerek olmayacak şekilde doğrulanabilecek bilgiyi Descartes, felsefe dünyası için şöyle dile getiriyor, "Gerçek bilgi; yaparak, denenerek öğrenilen bilgidir. Şüphe etmek, bilmeye atılan ilk adımdır.". Bu cümleden de apaçık görünür ki bilginin temini için gerçekten de düel çalışmak gerekmektedir. Şüphe etmek ve denemek arasında mekik dokumak.

Şu an varlık felsefesinin sularına girmiş olsak da Descartes, bize gösteriyor ki eğer denenecek bir bilgi varsa, şüphe edilecek bir bilgi vardır. Şu an ki konumuz için yorumlarsak da doğru bir bilgi varsa yanlış bir bilgi var olmak durumundadır. İşte tam da bu sebeple apaçık görünür ki Sokrates'in doğuştan bilgisi aslında pek anlamsızdır ve bu da bizi e göre bilgiye götürür. Sokrates'e göre bilgi doğuştan geliyor olabilir fakat rasyonel akıl yürütme yöntemiyle gördük ki bu bilgi yanlış. Uzun lafın kısası Sokrates'e göre bilginin kaynağının ne olması çok da önemli değildir ve hatta sadece Sokrates'e göre değil herkese göre çok önemli değildir çünkü bu, bilginin asıl kaynağını yanlışlamaz.

Ben buraya 50 milyon kere de "Su 178 derecede kaynar." yazsam da, siz bu bilginin doğruluğunu kabul etseniz de -daha ileri gidiyorum- Dünya'da yaşayan her insan suyun 178 derecede kaynadığını düşünmeye başlasa da su her zaman 100 derecede kaynamaya devam edecek. Bu da bana göre bilginin hakiki bilgiye herhangi bir şekilde etkide bulmadığımı kanıtlayacaktır. Bundan yıllar önce insanlar Dünya'nın düz olduğunu söyledi, peki ya bu Dünya'yı düzleştirdi mi?

Şu an doğru diye bildiğimiz birçok yanlış bilgi olabilir. Örneğin, "Tuz kolesterole kötü gelir." bilgisi belki de bundan 10 sene belki de 10 dakika sonra "yanlış bilgi" sınıfına sokulabilir. İşte e göre bilgi tam olarak bunu söylemek ister. İnsanlığa göre "tuz, kolesterole kötü gelebilir" fakat en önemli e göre, yani hakikate göre "tuz, kolesterole iyi gelebilir." Schopenhauer'un da dediği gibi, "Hakikatler ortaya çıktığında önce yanlışlanır, ardından dalga geçilir. Sonunda da mutlak olarak doğruluğu kabul edilir."

Bu zamana kadar e göre bilgiyi sadece nesnel bilgiler için incelemişiz gibi görünse de e göre bilgi, öznel bilgilerde de tıkır tıkır çalışmaya devam eder. İnsanlık, şu an için bütün hakiki bilgileri bilmediğinden ötürü öznel bilgiler zihnimizde dolaşmaya devam eder. Sokrates'in doğuştan gelen bilgisinin doğru ya da yanlış olduğunu düşünmek öznel bir bilgi olsa da rasyonel olarak reddedilebilmesi pek kolaydır. Bu olay, aslında diğer öznel bilgiler içinde var olabilir fakat henüz bunun metodunu bilmiyor oluşumuz bu metodun olmadığı anlamına gelmez. Yani e göre bilgi, kendi kendini hakikatin önünde, "e göre bilgi hakikate göre doğrudur" beyanıyla bir kez daha kanıtlamış olur.

Varlık Felsefesi

"e rağmen: Acı, keder ve duyuların yanılmasına rağmen varlık vardır."

İgnis Hortus'a göre varlık "e rağmen" vardır. Yani bir diğer deyişle Dünya üzerindeki kötü ve çirkin vukuat topluluğunun birleşmesi, üstüne üstlük hissiyatın ve idrakın insanı kandırma ihtimali eklendiği zaman bile varlığın var olması durumudur. Tıpkı e göre bilgide olduğu gibi var olan bir elementin acı çektirmesi veya yanlış idrak edilmesi onun var olma değerine ya da kriterine pek de etki etmez. O, var olmaya -kendisi hakkında yok dense de- devam eder. Çünkü evrenimizde süreklilik esastır. Bir şey birden var olup birden yok olmaz. Bunun tam tersinin yanlışlığı da geçerlidir. Bu süreklilik bilgisi de eklendiği zaman apaçık görülür ki acı, keder ve duyuların yanılmasına rağmen varlık vardır.

Konu ne zaman ontoloji olursa olsun varlık vardır denen kişiye atılmak istenen gol, genellikle "Ama duyularımıza nasıl güvenebiliriz?" argümanıyla birlikte birkaç illüzyon olmakta. Aydınlanma Çağı'nda felsefe yapıyor olsak gerçekten de güzel ve incelenmesi gereken bir soru olabilirdi. Fakat 21. yüzyılın 2019 senesinde cevabının pek kolay olduğu bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Bunun da en tatmin edici cevabı tabii ki de e göre bilgi ile e rağmen varlığın sentezi olacaktır. Çünkü, "Ben bunu kırmızı görüyorum fakat yeşil demek ki varlık yok." tipindeki bir beyan, e göre bilginin ışığında "Sen kırmızı görüyor olabilirsin fakat bu, onun yeşil olmasını etkilemediğinden idea vardır." şeklinde geri çevrilebilir.

Sokrates'in İdealar Dünyası'na göre bu Dünya üzerinde gördüğümüz her şey İdealar'ın bir gölgesi gibidir. Asıl var, İde'nin ta kendisidir. Bir diğer deyişle aklın sunduğu fikir var olduğundan çevrede görülen cisimler, o ide'lerin birer ürünüdür. Akıl -tartışmasız bir şekilde- var olduğundan İdealar Dünyası da vardır. İdealar Dünyası da var olduğu için varlık otomatik olarak var olmuş olur. Birçok ilahiyatçı İdealar Dünyası'nı cennet olarak yorumlar. Buradaki gördüklerimizin pek bir gerçeklik sunmadığını asıl hakiki yaşamın ölümden sonra gerçekleşecek cennet yaşamı olduğu fikri ile benzerlik içermediğini inkar etmek riyakarlık olurdu. Fakat burada atlanan iki nokta vardır:

Nokta 1: Ne Sokrates ne de Platon ölümden sonra İdealar Dünyası'na gidiş olacağını belirtmemiştir. İdealar Dünyası ile içerisinde mevcut olarak bulduğumuz, yaşadığımız Dünya onlara göre içkin olmalıdır. Çünkü İdealar Dünyası'nı yaratan şey Tanrı değil insanın aklıdır. Kalem dendiği zaman akla gelen ilk imge en kaba kabirle kalem ideasıdır ve asıl gerçek var odur. Bu ideaları ilerleyerek ideal'e dönüşürüz. Yani aslında görünür ki idealar günümüz dünyasını pek çok etkiler. Platon'un ütopyası Devlet, ideal devleti anlatır. İdeal devletin anlatımı için öncelikle ihtiyacımız olan şey sayıları bolca olması gereken idea'lardır. İdeadan ideale olan süreç hariç olmak üzere oraya çıkan ideal ürün hiçbir zaman gerçek ve var olamayacak kadar mükemmeldir, idealdir. İşte tam da bu nedenledir ki İdealar Dünyası, cennet olamaz. Eğer İdealar Dünyası'na cennet dersek cennetin var olmayacak kadar mükemmel bir yer olduğunu savunmuş oluruz.

Nokta 2: "Burada gördüklerimiz gerçek değil, asıl gerçek öldükten sonra." düşüncesi dinlerin orijinal fikri değil mezhep fikirlerdir. Çoğunlukla tasavvuf -bir diğer adıyla sufilik- öğretisi olan bu düşünce kutsal metinlerde bir karşılık bulmaz. Hatta birçok kutsal figür, varın var olduğunu vurgulayarak resmen tasavvufun tabutuna bir çivi çakmıştır. "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış, yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalış." hadisinden de rahatlıkla anlaşılır ki bu dünya tasavvuf ekollerinin belirttiği kadar değersiz değildir. Bu konuda Descartes'ın da söyleyecekleri var: "Aldatmaz olduğu için de Tanrı’nın bildirdiği doğrudur." yani sevgili düalist filozofumuz burada, bir şey vardır çünkü Tanrı, var ettiğini aldatmaz ona fake atmaz demek istiyor.

Din felsefesi hakkında ortaya argüman atıldığında öncelikle varlığın var olması ardından da Tanrı'nın var olması ispatlanır. Çünkü tanıma göre Tanrı, varlığı var eden yani aslında yaratan olduğu için varlığın varlığının ispatlanması işleri kolaylaştırır. Ontolojik çalışma yapan birçok filozof tam da bu sebeple olacak ki teoloji alanına da girmiştir. Tabii ki bunun en iyi örneği varoluşçuluk olsa gerek. Bu rasyoneliteden tamamen uzak ahmak akıma yazımda yer bile vermek istemezdim fakat konu varlık felsefesi olduğu zaman ne yazık ki rol çalıyorlar. Camus ve Sartre, sakın ha kaçmayın! Şimdi sizi didikleyeceğim.

Aslında özgürlük ve bireysellik hakkında söyledikleri gerçekten de çok güzeldir. Fakat bu, yine de varoluşçuluk akımının tutarsızlığını engellememektedir. Varoluşçuluğa göre, varız. Ve hatta ileri giderek der ki, "Varoluş özden önce gelir." ya Rab'bel alemin bu kadar da güzel bir sözdür! Bunu çok basit bir şekilde anlatmak istiyorum. Mesela tırnak makasını ele alalım. Bu şey, var fakat ne işe yaramakta? Bir diğer deyişle tırnak makası varlığının özü nedir? İşte bu özü sonradan temin eder. Bu özü temin edişte insan doğrudan rol oynar. "Varlığı olan tırnak makasının özü, tırnağı kesmektir." tanımını insan yapar ve bu şekilde de görülür ki varoluş, özden önce gelmiştir.  Peki ya tırnak makası yerine daha komplike bir şeyi inceleyelim, insanı. Peki ya insana özünü kim yüklemiştir? Dindarlara göre Tanrı, bilim insanlarına göre evrimin bir süreci olabilir fakat varoluşçulara göre cevap başka bir insan. Başka bir insan, sizin ne olduğunuza karar vererek özünüzü belirlemiş olur. İşte özgürlüğe ve bireyselliğe de yapılan övgünün sebebi budur çünkü yanlış özüt ile sulanmak bir insanın karşılaşabileceği en kötü ontolojik sancıdır.

Yahu varoluşçuluk hakkında eleştireceğiz dedik ama övüverdik iyi mi? Neyse şimdi geliyoruz eleştirmeye. Varoluşçuluğa göre; Tanrı yoktur, anlam ve varlık vardır. Boom! Tutarsızlık şhow! Peki ya neden tutarsızlık olsun ki? Emin olun bunun da cevabı oldukça basittir. Tanrı, -tanımı gereği- var eden ve var ettiklerini özütleyen bir varlıktır. Bu durumda onsuz bir şekilde varlığın var olma ihtimali pek düşüktür fakat hadi diyelim ki Tanrı yok fakat varlık var; ama asla ve kat-i suretle Tanrı'nın olmadığı bir yerde anlamın olduğu kabul edilemeyecek bir rasyonel duvardır. Nihilizmi ele alalım. Kendisinin öğretilerini sevmesem de, "Canavarla dövüşürken canavara dönüşme." öğüdü gerçekten kulağa küpe edilesi. Her neyse nihilizme göre; varlık yok, anlam yok, Tanrı yok. Bingo. Tamamen tutarlı ve rasyonel bir bakış açısı izliyor.

Descartes, Sartre'e karşı:

Descartes: "Kesin olan bir şey var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse var olduğum şüphesizdir. Düşünüyorum, o halde varım. İlk bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim."

Sartre: "Ben düşünceyim: Bu nedenle düşünmeyi durduramıyorum! Bana göre kendimi düşünmekten alıkoymadığım için varım!"

Henüz kendi e rağmen varlık fikrimden bahsetmediğimin farkındayım. Fakat ontoloji hakkında genel bir bilgiye sahip olmamız gerekti ve ben, hazır yeri gelmişken, varoluşçuluk hakkında yazmak istedim. Artık düalizm, egzistansiyalizm, nihilizm ve hatta rasyonalizm akımlarının varlık hakkındaki yorumlarını az buçuk biliyoruz. İşte e rağmen varlık hakkında konuşmanın tam zamanı.

Her felsefe alanında var kabul fakat varlık felsefesinde filozofların yaşantıları ve tecrübeleri fikirlerini oluşturmakta çok büyük rol oynuyor. Schopenhauer'un kalitesiz yaşamında nihilist tutumlar sergilemesi, Hegel'in bir eli yağda bir eli balda bir şekilde "Ağbi ideaların diyalektiği ile tez, anti-tez yaww." sunması kadar doğal bir şey olamaz. Fakat burada yaptığımız en büyük yanlış onların yaşam tecrübelerine dayandırdıkları bu tutumları, sadece onların tecrübeleri olduğu için yanlışlamamız olacaktır. Örneğin Spinoza koyu dindar bir Yahudi iken aforoz edilmesiyle birlikte birçok felsefe takipçisi tarafından panteist olarak yorumlanıyor. Bence panteist olmasa da insanların yegane yorumu yaşadıklarından ötürü teizme karşı soğması ve alternatif bir inanç sistemi oluşturması üzerinedir. Sırf teizmden "atıldığı" için panteizme yönelmesi belki doğru olabilir fakat bu tutum yüzünden seçtiği ve geliştirdiği panteizmin yanlış olamayacağı anlamına gelmez. Bir başka örnek vermem gerekirse Nietzsche için "Yaşamı çok zorlu olduğu için nihilist olmuş, o zaman nihilizm yanlıştır." yorumunun şapşallığıdır. Her insan, yaşamından birtakım tecrübeler edinerek düşünce sisteminin değişmesine izin verebilir. Bundan daha doğal bir şey olamaz herhalde. Fakat sırf yaşanmışların üzerine bu tespitleri yapmış olmalarından ötürü bu tespitleri tek kalemde sırf bir tecrübe ürünü olduğu için çizip atmak bence yapılacak en büyük felsefi hatalardan biri olsa gerek.

Yorumlamalar ve felsefi argümanlar bu cephede, yani yaşanmışlıklar etrafında şekillendiği için varlık felsefesi de bundan nasibini alır. İnsan biyolojisinin en hayret edilecek noktası kendisini her daim hayatta tutma istediği olsa gerek. Bu öylesine bir sistemdir ki, sadece sıradan organların sıradan işlevlerini düzenlemekle kalmaz aynı zamanda psikolojik ve düşünsel bir kalkan yaratmaktan da çekinmez. Başarısız bir romantik bir ilişkinin sonunda, "Boş ver abi zaten orospuydu." diyerek kendisinde asla suç aramamak bunun en radikal örneklerinden biri olmalıdır. Aynı şekilde başarısız bir evliliğin sonunda elinde avucunda hiçbir şey kalmayan insanların kendilerini sorgulamak yerine karşısındaki ya da karşısındakinin ailesini suçlamak yapacağı ilk adım olarak istisnasız gözler önünde olur. Çünkü asıl hatanın kendilerinde olduklarını öğrendiklerinde -aslında keşfettiklerinde kelimesi burada daha doğru olacaktır- bunu kendilerine yedirmeyecekler ve bir ömür boyunca "Ben bunu nasıl yaparım?" düşüncesi beyinlerini kemirecektir. En iyi ihtimalle kendilerine 9mm baretta mermisi sıkıp tavana da asabilirler. Bunun farkında olan hayatta tutma sistemi asla ve asla kendine toz kondurmaz.

"anlam yok." adlı yazımda hayatta kalma mekanizması ve hayatı anlamdırma gayesi arasında tespiti için çok da dahilik istemeyen bir ilişki olduğunu zaten dile getirmiştim. Birinin anlam var ya da yok denemesinin bir numaralı sebebi elbette kendisini hayatta tutmaktır. Varlığın var olması ya da varlığın yok olması, Sartre'ın deyimiyle hiçliğin var olması, anlam ile oldukça içli dışlı olan elementlerden biridir. Etrafımızda gördüğümüz ve var olduğunu sandığımız şeylerin aslında yok olup birer illüzyon olduğunu savunmak, anlamsızlığı savunmak ile tam anlamıyla aynı şeydir. Burada da devreye e rağmen varlık girer. Varlığın var olduğunu kabul etmek dolaylı olarak acının, elemin ve kederin varlığını kabul etmek olduğundan kabulünün en zor gerçekleştirildiği alandır. Fakat bilinmelidir ki acıya ve kedere rağmen varlık vardır, yani e rağmen varlıktır.

Yaşanmışlıkların vermiş olduğu tecrübeyle yola çıkılarak yapılan felsefik yorumların yanlış olmama ihtimalini söyledikten sonra e rağmen varlık olduğunu iddia etmek ilk başta bir tür tutarsızlık gibi gelebilir. Fakat e rağmen varlık sadece keyfin varlığını savunup acının ve kederin varlığını inkar etseydi tutarsız olurdu. Bu yüzden rasyonel bir e rağmen varlık anlayışı için ya "Acıya rağmen varlık vardır." ya da "Keyfe rağmen varlık yoktur." denmesi gerekmektedir. Peki ya neden hiçlik olduğunu kabul etmek yerine varlığın olduğunu kabul ediyorum? Descartes'ın sözünü bir kez daha hatırlatmak istiyorum: "Aldatmaz olduğu için de Tanrı’nın bildirdiği doğrudur." Burada sorulması gereken soru var olmak mı daha katlanmaz bir acı mıdır yoksa yok olmak, hiç olmak mı?

İnsanların birçoğu hiç var olmamayı, var olmaya tercih ederler. Bundan daha anlaşılır bir şey olmasa gerek çünkü varlık e rağmen vardır. Fakat en çok karşılaştırılan şey şudur ki; insanlar yok olmayı değil, hiç var olmamayı tercih ediyorlar. İlk aşamada farksız gibi gelse de aralarında çok mühim farklar vardır. Yok olmak sadece maddesel olarak mümkün olur. İdeası -aslında daha Türkçe bir tabirle fikir mirası- daha Dünya üzerinde olur ve kendisinin varlığını bilen insanlarca en az 2 ya da 3 nesil daha devam ettirilir. Bu, kendisine değil kendisinin varlığına şahitlik eden insanlar için çok ağır bir koşuldur. Dün var olup bugün yok olan bir şeyi kabul etmek inanılmaz zor bir şeydir çünkü evrenin kurallarından biri de sürekli olmaktır. Beyin herhangi bir süreksizlikle karşılaşacağı zaman afallayacaktır ve bunu kimse istemez. Hiç var olmamak ise ideasının dahi Dünya'da bulunmayacağından ötürü kendisinin fikir mirasının asla bulunmayacağı ve hiç kimsenin bundan etkilenmemesi anlamına gelir. Ayrıca hem evrenin hem de beynin en sevdiği kural olan sürekliliğe de ihanet edilmemiş olur. Uzun lafın kısası insan, var olma anlamında çok sert düşünür. Ya kökenden yok olmak ister, ya da dibine kadar var olmak. Dünya'ya bir kere gelerek var olma hatasına düşmüş olduğundan "Keyfe rağmen varlık yoktur." demek kendi varlığına da bir darbe vurmak anlamına gelir ki bir insanın kendisine yapacağı en büyük kötülük bu olsa gerek. Çünkü var ideası artık çevresindeki herkesi etkilemiştir ve yok ideası bunun önüne geçemez. Daha cesur ve süslü anlatımlardan uzak bir tabirle insan, ödlek bir canlı olduğu için var olmayı, önceden var olup sonradan yok olmaya tercih eder, hiç var olmamayı istese dahi.

Çözüm çok basit. "Kesin olan bir şey var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse var olduğum şüphesizdir. Düşünüyorum, o halde varım. İlk bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim." Var olduğumuz bilgisi, temin ettiğimiz ilk bilgidir ve kimine göre var olmamamız bu bilginin hakikatına gölge düşürmez. Öncelikle var olduğumuz bilgisi çerçevesinde diğer bilgileri temin ederiz. Var olduğumuz bilgisine yanlış dersek bu zamana kadar temin ettiğimiz bütün a priorik ve dolaylı olarak a posteriorik bilgilerinin hepsini yanlışlamış oluruz. Ne çuvallama ama?! Tarih sahnesinde on binlerce yıl bulunan insan rasyonalitesiz buraya gelmiş olamaz herhalde, değil mi?

Ahlak Felsefesi

"e mutlak: Tarihsel dönemlerde yapılan eylemlerin önsemsizliğiyle birlikte insanlığa mutlak (olan) ahlak yasası vardır ve buna toplumun her bir bireyi muhtaçtır."

Not: Normalde ahlak felsefesiyle din felsefesini bir şekilde inceler ve yasanın buyruğunu Tanrı'ya bağlayarak keyfi ahlak tanımlarından uzaklaşmanın bir metodunu izleyerek daha rasyonel bir çalışma ortaya koyarım. Fakat "Tanrı varsa, ahlak da vardır." gibi bir basitlik yapmak istemediğimden etiğe dair düşüncelerimi Tanrı'ya temellendirmeden yapmaya gayret edeceğim.

İgnis Hortus'a göre ahlak "e mutlak" ahlaktır. Yani bir diğer deyişle yazılı veya değil evrensel bir ahlak yasası vardır. Bazı dönemlerde kötücül eylemler övülmüş olsa da kötülüğün kötülük olduğu bilgisi e göre bilgiden şaşmaz ve kötü, kötü kalmaya devam eder. İşte tam da bu nedenledir ki tarihsel dönemlerde yapılan eylemlerin önemsizliğiyle birlikte insanlığa mutlak ahlak vardır ve her dönemin her toplumunun her bireyi bireysel olarak ihtiyaç duyar.

Bilgi, varlık ve sanat felsefelerinde değil ama insanlar iki felsefedeki fikirlerince oldukça yargılanıyorlar. Ahlak ve din felsefeleri. Bu felsefe türlerinden fikir beyan edildiğinde hangi cephe olduğu fark etmeksizin diğer cephe gerçekten de çok sinirleniyor. Örneğin Tanrı'nın varlığını mutlak olarak kabul eden ve bu bilginin doğruluğuna varlığın var olduğunu kadar emin olan bir teist, başka birinin "Bence mutlak doğrulukta bilgi yok." demesine sinirlenmeyip "Bence Tanrı yok." denmesiyle küplere biniyor. Cahillikten başka bir şey değil. Çünkü aklını çalıştıramıyor ki, mutlak doğru yok demek dolaylı olarak aslında inanmış olduğu Tanrı'nın yok olması anlamına gelsin. Diğer felsefe türlerinin beyanlarında ben de sinirlenmiyorum çünkü bana ne? Fakat konu etik oldu mu, bende sinirden yumruğumu ısıracak konuma gelmiyor değilim.

"Ahlak yok, iyi ile kötü anlamsız..." Of of of... Şu cümleyi yazmak bile kanımın çekilmesine neden oldu. Şu tarihe kadar yapılan katliamlar, cinayetler, tecavüzler, hırsızlıklar ve daha aklıma gelmeyen daha birçok kötülüğün anlamsız olduğunu söylemek bu eylemlerin kurbanlarına yapılacak en saygısızca şey olurdu muhtemelen. Yani o yüzden sağda solda felsefe okuduğunun ahkamını kesmek için hipster hipster, "Yok yawww abi eskiden hırsızlık övülürdü, şimdi de bizim ülkede övülüyor :D:D:D" diye atıp tutarken ne dediğinin farkında ol.

İyi ve kötünün varlığı hakkında konuşmak sanırsam ki en kolay şey olacaktır. İyi ve kötünün bırakın yok olduğunu söylemek, var olmadığına dair şüpheye girmek bile bir nevi şapşallığın daniskasıdır. İyi ile kötünün var olmadığını söylemek için ya gamsız bir puştun teki olmak ya da bu Dünya'dan olmamak gereklidir. Birtakım kötülüklerin kurbanlarının çekmiş olduğu çilelere anlamsız argümanıyla değersizleştirmek, kendini kendinden değiştirleştirmekten başka bir şey değildir. Ya da Sokrates haklıdır, siz kötülüğü cahilliğinizden ötürü yapıyorsunuzdur.

Sokrates'e ve elbette Platon'a göre ahlak ile bilgi inanılmaz derecede iç içe. Bir insan kötülük yapıyorsa, onun kötü olduğunu bilmeyen bir cahil olduğu için yapıyordur. Hatta ileri giderek bilmemek ve bilmemeye karşı set çekmek de bir kötülük olarak tanımlanır. Erdem, Antik Yunanlıların konuştuğu ilk konulardan birisidir. Oğlancılığın kötü bir şey olup olmadığını tartışan bu Antik Yunanlılara göre erdem, bilge olmaktır. Bilge olan erdemlidir. Çünkü bütün kötülüklerin ne olduğunun farkındadır ve bunları yapmaya yeltenmez. Bu fikir bana oldum olası hep Sokrates'in insana kötülüğü yakıştıramamasından yaptığı bir tespitmiş gibi gelir. Çünkü bir tren gidiyor ya 5 kişiyi ezecek ya da 1 kişiyi ezecek gibi tuzaklı sorular haricinde bir eylemin kötü olup olmadığına dair inanılmaz kıvrak bir akla sahip olmasına pek gerek yoktur.

Kant, Kant, Kant... Benim biricik filozofum... Nasılsın? Ödev ahlakı değil mi? :D Övgüler başlasın. Kant'a göre iyi olmak bir ödevdir. Yuh bu kadarmış falan. Şaka bir yana Kant'a göre eylemler ikiye ayrılır; zorla yaptırılan eylemler ve özgür irade ile yapılan eylemler. Ödevin temelini özgür irade ile yapılan eylemler oluşturur. Çünkü zorla yaptırılan eylemler her ne kadar ödeve uygun değilse de zorla yaptırıldıklarından o eylem kişinin iyi insan ödevini etkilemez. Durum bu olunca özgür irade ile yapılan eylemler bir ödevin parçası olarak iki aşamada incelenir. Ödeve uygun eylemler ve ödevden doğan eylemler. Ödeve uygun eylemler Kant'a göre iyi'dir. Ödevden doğan eylemler ise ödev ahlakının bir elemanı olmasa da ondan etkilenebilmesi ile ilişkilendirilir.

Kant'a göre bir eylemin ahlaki olması için, o eylemden herhangi bir çıkar beklememelidir. Eğer çıkar için iyilik yapılırsa o, ödeve uygun olmaz. Ayrıca ödev, akıllı insanın işidir. Çünkü insan, ödevini a priori olarak kendi kafasını çalıştırarak bulur. Birine bir iyilik yapmak için her seferinde imkanınız olmayabilir. Bunu Kant da düşünmüş olacak ki, iyiliğin yapması gerektiğini düşünmeniz bile ödeve uygun olarak yorumlanır. Kant'a göre ödev ahlakı, kendi kendine gelişen olguların topluluğu olarak değil zaten olması gereken olarak yorumlanır. Bu, "olması gereken" herkeste -bir diğer deyişle akıllıda- herhangi bir karşılık bulabilir.

Kant sen çok şeker bir adamsın ya bak harbi diyorum şakasız. Ahlak, zaten olması gerekendir fakat a priori ahlak anlayışı sayesinde herkes kendi ödevinin peşinden koşarak aslında evrensel olan bir kurallar zincirine bağlıdır. Kant'a göre değil ama benim onun düşüncelerinden çıkardığıma göre a priori olarak elde edilen ahlak kavramı her aklı selim insanın bulduğu ahlak anlayışı olduğundan evrenseldir, mutlaktır. e mutlak ahlak, gücünün birazını Kant'tan birazını da John Locke'un liberalizminden alır. İyi de John Locke, evrensel bir ahlak yasasının olmadığını söyleyenlerden. Bu durumda e mutlak ahlak, nasıl olur da John Locke'dan güç alır?

John Locke, daha önce de değindiğim "Burada hırsızlık kötü görülür fakat başka zamanlarda, başka toplumlarda övülür." hatasına ne yazık ki düşmüştür. Hırsızlık, belli başlı kişiler tarafından kötü olarak yorumlanmasa da gerek Kant'ın ödevine göre, gerek benim e mutlak ahlakıma göre hırsızlığın kötü olması apaçıktır. Yani birilerine göre hırsızlığın kötü olmaması, hırsızlığın kötü olduğunun gerçekliğine ve mutlakiyetine asla zarar vermez. Locke'a göre eğer evrensel bir ahlak yasası olsaydı bunun için şu an tartışmıyor olurduk. Doğuştan bir şekilde bunun farkında olacağımdan herhangi bir tartışmadan uzak bir şekilde yasaya göre yaşamaya devam ederdik. Bu nedenle olacaktır ki Locke zihni boş bir plağa benzetir. Yaşananlar ve tecrübeler bu plağı doldurarak devam eder. Fakat Locke'un atladığı nokta şu olacaktır ki evrensel ahlak yasası Sokrates'in bahsettiği gibi doğuştan bilgiyle değil Kant'ın a priori bilgisiyle gelir. Bu yüzden "Hani ben doğuştan beri ahlak yasasını bilmiyorum, demek ki yok." minvalinde bir yorum yanlış olacaktır çünkü yasanın varlığı doğuştan değil akıldan gelir.

Doğuştan gelen bir ahlak yasası yok dese de Nietzsche gibi tamamen ahlakı çöpe atmaz. Ona göre ahlak üç aşamada incelenir: kutsal yasa, vatandaşlık yasası ve ahlak yasası. Kutsal yasa adından da anlaşıldığı gibi Tanrı'ya temellendirilir. Vatandaşlık yasası, yaşanan memlekete yapılan suç ile ilişkilendirilir. Ahlak yasası da erdem ve kötülüğü içerinde bulunduran bir yasalar topluluğudur. Locke'a göre özgürlük ve akıl ahlakın işlenmesinde en önemli şeylerden biridir. Öyle ki ahlakın, matematik gibi anlatılması gerektiğini savunur. İgnis Hortus'un e mutlak ahlakı da Locke'un ahlak yasasından ve özgürlükçü liberal düşüncesinden güç alır. e mutlak ahlak, hiçbir şekilde doğuştan geldiğini iddia etmez. Bu nedenle görülür ki Locke ile asla ve asla tutarsızlık yaşamaz.

e mutlak ahlaka göre ahlak, Kant'ın ödevi ile Locke'un ahlak yasasının sentezidir ve buradaki iyi-kötü-erdemli-değersiz (erdemsiz) tanımları tipikleşmiş ahlak yasalarının tanımladıklarından farklılaşır.

İyi: SADECE kendine iyiliği dokunan eylemleri yapmak ve olması gerektiği gibi a priori davranma işidir. Dengeli beslenmek, spor yapmak gibi sadece bireyi etkileyen eylemler burada değerlendirilir.

Kötü: SADECE kendine kötülüğü dokunan eylemleri yapmak ve olması gerektiği gibi davranılmasa da çok büyük problemler yaratmayan eylemler bütünüdür. Sigara içmek, oburluk ve temellik etmek, alkol tüketmek gibi sadece bireyi etkileyen eylemler -yani aslında diğer insanların hak ve özgürlüklerini kısıtlamayan eylemler- burada değerlendirilir.

Erdemli: Kendisi için ne yaptığından tamamen bağımsız olarak çevresindeki kişilere kendi çıkarları için olmadan iyilik yapma durumudur. Yaşlı birinin torbalarını taşımaya yardım etmek, hayır kurumlarına bağışta bulunmak gibi birden fazla kişiyi etkileyen eylemler burada değerlendirilir.

Değersiz: Kendisi için ne yaptığından tamamen bağımsız olarak çevresindeki kişilere her ne tür niyetle yapılmış olursa olsun kötülük yapma durumudur. Birini öldürmek, tecavüz etmek, şiddet uygulamak gibi birden fazla kişiyi etkileyen eylemler -yani aslında diğer insanların hak ve özgürlüklerini KISITLAYAN eylemler- burada değerlendirilir.

e mutlak ahlakın diğer ahlak anlayışlarından ayrıldığı en kesin çizgi, kendi tanımlarına göre, kötü olarak tanımlanacak bir davranışı yapan birinin erdemli olabileceği üzerine kurulur. Aynı şekilde iyi olarak tanımlanacak bir davranışı yapan birinin de değersiz olabileceği yine e mutlak ahlak ile mümkündür. Bunun için iki kişinin örneğini verelim:

A kişisi. Çok çalışkan bir insan ve idealleri doğrultusunda çalışmaya bayılıyor. Fakat onun da kötü bir alışkanlığı var, sigara. Çalışmasıyla iyi bir eylem gösterse de sigara içmesiyle birlikte kötü bir davranış sergiliyor. A kişisi, sağ olsun, herkesin derdine koşuyor ve yardım etmekten asla çekinmiyor. Bunu yaparken de niyeti "Yarın öbür gün benim de ona işim düşer." olarak değil insanları mutlu etmek olduğu için yapıyor. Bu A kişisi, kötü olarak sınıflandıran sigara içme eylemini yapıyor olsa da değersiz biri değil aksine erdemli biri. Çünkü kimsenin hak ve özgürlüklerini zedeleyici bir anlayış içermiyor, ödevini yapıyor ve olması gerektiği gibi.

B kişisi. Çalışma düzeyi anlamında tamamen sıradan biri olsa da B kişisinin en sevdiği hobilerinden biri mutlaka her gün yarım saat yürümek. Kendine tamamen sağlıklı bir şekilde bakıyor ve dinç. Alkol ve sigara tüketmeyerek iç organlarına saygı duyuyor. Fakat onun da kötü bir alışkanlığı var, cinsel taciz. Sokaktaki ve toplu taşıma araçlarındaki insanların kim olduğuna bakmaksızın onların istemedikleri bölümleri elliyor, laf atıyor, gerekirse de zeytinyağı gibi üste çıkıyor. Bu B kişisi, iyi olarak sınıflandırılan spor yapma eylemini yapıyor yapmasına da bu onu değersiz biri olmasını engelleyemiyor. Çünkü hak ve özgürlükleri zedeliyor, ödevini yapmıyor ve olması gerekenin bir hayli dışında.

Yani aslında e mutlak ahlaka göre, bir kişinin erdemli ya da değersiz olması onun iyilik veya kötülük yapmasına göre değil erdemli ya da değersiz bir eylem yapmasıyla ilişkilidir. Kendi kendine bir kötülük etse dahi bir kişi erdemli olabilir. Aynı keza kendine iyilik etse dahi bir kişi değersiz olabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi erdem ve değer farkı birinin özgürlüğünü baltalamak ile mümkün olabilir. Kimsenin özgürlüğününe dokunulmadığı sürece herkes erdemli biri olmaya adaydır. Bu yüzden ödevini yapan ve a priori ile ahlak yasasına kavuşan herkesin erdemli olması değersiz olmasından çok daha kolaydır.

Kötü olan fakat değersiz olmayan eylemler, herhangi birini etkilemeye başladığı zaman değersiz bir eyleme dönüşebilir. Örneğin alkol almak tek başına kötü bir eylem iken zil zurna sarhoş olmanın vermiş olduğu iradesizlikle şiddet uygulamak değersiz bir eylem olur. Bu da bize apaçık gösterir ki iradesini ve aklını gösterebilen, ortaya koyabilen herkesin -değersiz bir eyleme dönüşmedikçe- kötülük yapma hakkı vardır ve bu hak, onun erdemliliğinden kaybettirmez. Buradan da görülmesi daha da kolaylaşır ki e mutlak ahlak vardır.

e mutlak ahlak adına eylemler şaşılmayacak derecede 4 şekilde incelenir. Bunlar: e mutlak iyi, e mutlak kötü, e mutlak erdemli ve e mutlak değersiz olmalıdır. Yukarıda verilen tanımlamalar ışında bu kelimeler kullanılır. Bu kelimelerin kullanılmasının sebebi her seferinde, "Yapılması kötü fakat kişiyi değersiz yapmayan eylem." ibaresini kullanmamak içindir. İçerisinde bulunan "e mutlak" ifadesi zaten bu tanımları ifade ederek devasa bir notasyon kalabalığından kurtarır. Örnek vermek gerekirse:
  • kitap okumak e mutlak iyi
  • mastürbasyon yapmak e mutlak kötü
  • hayır kurumuna bağış yapmak e mutlak erdemli
  • kendi potansiyelini görememek e mutlak değersiz
eylemler olarak tanımlanabilir ve bu kelimeler bu şekilde not edilebilir. Bu şekilde kullanımın hem Kant'ın ödevine, hem Locke'un ahlak anlayışına ters düşmesi imkansızdır. Çünkü eylemler, senaryosu ne olursa olsun belirli bir iyi-kötü-erdemli-değersiz dörtgeninde gider gelir. Tipik bir e mutlak değersiz, e mutlak kötü ya da e mutlak iyi olabilir. Örnek vermek gerekirse yalan söylemek e mutlak değersiz bir eylemdir. İçeri giren silahlı bir kişi sizin bir arkadaşınızı öldüreceğini nerede olduğunu sorsun. Siz de yalan söyleyerek hedef şaşırttınız ve onu kandırarak başka bir yere gitmesini sağladınız. Normalde böyle bir davranışınız e mutlak değersiz olması gerekirken e mutlak erdemliye dönüşür. Bu tek başına incelendiğinde Kant'ın ödev ahlakında yapılmaması gereken, ahlaken kötü bir davranıştır. Fakat Locke'un ahlakıyla sentezlendiğinde birinin "yaşama hakkını" güvence altına aldığınızdan değer kazanır ve e mutlak erdemli oluverir.

Sanat Felsefesi

"e kadar: Sanat, evrensel güzeli temin etme çabasına kadar sanattır."

İgnis Hortus'a göre sanat, "e kadar" sanattır. Yani bir diğer deyişle evrensel güzellik anlayışının çervesinde sanat, güzeli bulana kadar yapılır. Çünkü sanat, diğer bütün eylemlerin haricinde ruhi bir haz için vardır ve hazzın özünü bulmak ancak ve ancak sanatın güzeli ile mümkün olabilir. Bir fenomen olarak güzel, idea olarak incelenebilir fakat bu zaman da İdealar Dünyası ile bizim Dünya'mız arasındaki güzellik anlayışının farklı olup olmadığı tartışma konusu olabilir ve bunun tartışmaya açılması da güzellik anlayışının evrensel olup olmadığının tartışmasını doğurabilir. Bunun cevabı basittir, şöyle ki;

  • İdealar Dünyası gerçek ontolojik varlığın bulunduğu yerdir.
  • İdealar Dünyası içerisinde hakikati barındırdığından ruhi haz verir.
  • Birkaç hormonun yapay olarak harekete geçirilmesi değil doğrudan ruha etki eden hazın kaynağı güzelliktendir.
  • Demek ki İdealar Dünyası içerisinde güzeli barındırır.
  • Güzel, ontolojik olarak vardır ve evrenseldir. Çünkü e göre bilgi ve e rağmen varlık ile desteklenen felsefe e kadar güzele götürür.
Şimdi dürüst olmam gerekirse ki sanat felsefesi, diğer felsefe alanları içerisinde en az çalıştığım alandır. Bunun sebebi sanata ilgi duymamak değil, diğer konuların daha ilgi çekici olmasıdır. Örneğin din felsefesinin problemleri çözüldükten sonra diğer felsefelerin problemlerinin çözülmesinin kolaylaşmasından ötürü din felsefesi, açık ara en sevdiğim felsefe türü olarak karşıma çıkıyor. Yukarıda yazdıklarım da tam anlamıyla benim görüşlerim değil sadece Sokrates'in İdealar Dünya'sı ile sentezlemek istediğim ufak bir notasyondu. Ruhani hazzın kaynağının güzellikten olduğunu düşündüğüm doğrudur fakat hakikati bilmenin ruhani olarak bir haz verdiğini düşünmem doğru değildir.

Sanat felsefesi kısımını çok uzun tutmamak için gayret edeceğim. Peş peşe düşündüklerimi söylemekten de çekinmeyeceğim. Evrensel güzellik anlayışı vardır, sanat sanatçının oyun alanıdır, ruh ve haz vardır, sanatın amacı güzeli bulmak olduğundan sanat e kadar güzeldir.

Sanat, gerçekten de özel olarak incelenmesi gereken bir konu. Çünkü diğer felsefik alanlara nazaran sanat felsefesi bir ihtiyaç değil lüks felsefesidir. Şöyle ki, kim olduğumuzu öğrenmeye çalışmak, hayatı anlamlandırmak, var ile yokun arasındaki farkları saptamak kesinlikle bir canlının ihtiyaç duyacağı şeyler iken keyiflenmek ve dolayısıyla haz duymak tamamen lüks olmalıdır. Sanat felsefesinin alanı da dolaylı değil, doğrudan bu olduğu için bana biraz "gamsız felsefesi" olarak gelmekte. Hemen tetiklenmeyin canım, olmaması gerek diye düşünmüyorum. Sanat, gerçekten çok değerli bir şey çünkü o olmasa büyük ihtimalle ya çevremizdekilere ya da kendimize zarar verecek kadar çok sıkılırdık. Yahu bunu da Schopenhauer diyor tabii ki!

Ruhani haz, güzellik gibi kavramlar kullanıldığından tabii ki hemen teizmin kapısını çalmalıyız. Teistik bir bakış açısıyla sanat felsefesi;
  • Tanrı yaratmıştır.
  • Tanrı içerisinde güzel özünü bulundurur çünkü Tanrı, ruhu var eden, kendisinden bahsedildiğine bile haz verir.
  • Tanrı'nın yarattığı her şey güzeldir çünkü güzelden güzel çıkar.
  • Evrensel güzellik anlayışı vardır.
olarak yorumlanabilir. Eskiden sanatın bir elitzm göstergesi olduğunu bilsem de günümüz için sanat, artık popüler kültür ve endüstri haline gelen bir eğlence sektöründen ötürü en varoş şehrin en varoş mahallesinde yetişen biri için de oldukça güzel hitabı uyandırabilir. Örneğin Kaplumbağ Terbiyecisi olarak bilinen tablo gerçekten de güzeldir ve bunun güzel olduğunu lise mezunu biri bile söyleyebilir. Hızlı tüketim, tek tipleşme gibi birtakım sosyal bilim tabirleriyle canınızı sıkmayacağım, korkmayın. 


Var olduğunu bilmek en az yok olduğunu bilmek kadar acı verici olduğundan varlık, e rağmen varlıktır. Bu nedenle İdealar Dünya'sının ruhani bir haz vermesi ve dolayısıyla içerisinde güzeli bulundurması pek de mümkün değil. Haz değil ama, acı verici olmayan bir şey varsa o da var ya da yok olduğunu bilmemektir. Çünkü bilgi e göre olsa bile mutlak var oluşu gerçekliğine gölge düşürmez. Sanat da bu acı ve kederden bir kaçış yolu olmalıdır. Sanatçı bunu oyun oynayarak atlatır, sanatı tüketen bizler ise onun içerisindeki güzelin vermiş olduğu ruh rahatlığıyla. Sanat için doğanın taklidi de derler. Fakat bence sanat bir taklitten çok oyundur. Çünkü sanat, bir nevi eğlenmeye yöneliktir ve oyun oynamak çok eğlencelidir!

Din Felsefesi

"e paralel: Tanrı, sevgiye paralel Tanrı'dır."

İgnis Hortus'a göre Tanrı, "e paralel" vardır. Yani bir diğer değişle Tanrı öğretisinin bir numaralı kural iman değil sevginin ta kendisidir. Bu konuda paralel kelimesi çok yerine bir kelimedir çünkü analitik geometri de bize gösterir ki paralel olan iki doğru, birbirlerinin aynısı değillerdir fakat aynı doğrultuda bulunduklarından eğimleri eşittir. Pozitif bilimlerin dilini bırakmamız gerekirse paralel olan iki doğru, birbirlerinin aynısı olmadan olabilecek birbirlerine en yakın ve ortak şeydir. Bu yüzden Tanrı sevgidir fakat sevgi Tanrı değildir. Bu tip yapılan tanımlamalar ise bizi e paralel Tanrı'ya getirir. Tanrı, sevgiye paralel Tanrı vardır.

Ahlak felsefesi bölümünde insanların birtakım felsefeler konusunda fikir beyan ettiklerinde diğerine pek saygı duymadığını ve çok sinirlendiğini dile getirmiştim. Bu felsefeler ahlak ve din felsefeleriydi. Ahlak felsefesinde iyi ve kötünün tanımı ile yorumu bu kızgınlığa yol açarken din felsefesinde bırakın Tanrı'nın varlığı yokluğunu anlatılan mitosların -yani daha keskin bir ifade ile dinlerin- var olup olmaması bile ateşli bir tartışma sebebi olmuştur. Teizm, daha öncelerinden beri var olduğu ve elbette uygun kalınması gereken bir doktrinler bütünü olduğu için ateizmden daha sistematik bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Ateizm, herhangi bir doktrin, kitap, metin gibi bağlılık bildirmediğinden birçok kişinin farklı din yorumlarıyla etkilenerek kendi içerisinde agnostik ateizm, materyalist ateizm gibi çeşitli kollara ayrılmıştır. Bu yüzdendir ki aslında insanların karşıt olduğu ateizm türü, materyalist ateizm iken bunu bütün ateist topluluğuna yakıştırarak hataya düşerler. "Yok canım, metafiziğe yok dedikten sonra evrenin ezeli ve edebi olduğunu söylemek ve bunun da madde ile olması gerektiğini dile getirmek tam bir tutarsızlık. Bu nedenle ateist olmama imkan yok!" diyen biri aslında materyalist ateizmi eleştirmiştir fakat bundan nasibini tüm ateizm felsefesi almıştır.

Hani demiştik ya insanların en çok tetiklendiği felsefe türlerinden biri de din felsefesi diye: Ateizm fanatikleri teistleri; geri zekalı, boş beleş masallara inanan, ahmak, aptal, zeka kırıntısına dahi sahip olmayan, hipnoz edilmiş, iradeleri elinden almış, kendisini asla geliştirmemiş, önüne ne konursa inanan olarak tanımlarken teizm fanatikleri ateistleri; kötü, ahlaksız, sapık, sapkın, kafir, potansiyel cehennem yakıtı, yoldan çıkmış, dış mihrak ve ümmete zarar verecek insan olarak tanımlamaktan asla çekinmez. Bu her iki cephenin de yapmış olduğu -en hafif tabirle- aptallığı görmezden gelemeyiz. Teistler, mutlak var Tanrı'ya inanarak; ateistler de mutlak yok Tanrı'ya inanarak bu hatayı yapmaktadır. Aslında inanılması gereken ve bizim bu hatalardan uzaklaşmamızı sağlayacak olan Tanrı, e paralel Tanrı'dır çünkü o gücünü sevgiden alır.

Sokrates'in din felsefesi, felsefe tarihinin en karmaşık sorunlarından biridir. İdealar Dünyası'nı ortaya atması, birileri benimle konuşuyor iddiası ve herkesten farklı dini görüşleri sebebiyle idam cezasına çarptırılmaya çalışılması ile birçok kişi onun tek Tanrılı bir dinin peygamberi olarak yorumluyor. Fakat öte yandan çıkarıldığı mahkemede, o meşhur savunmasında, birçok Yunan mitoloji Tanrısına yeminler düzüyor. Bu da insanın aklına ister istemez, "Orada kelleyi kurtarmak için mi öyle davrandı yoksa gerçekten de bu mitoslara inanıyor mu?" sorusunu akla getiriyor.

Ben kesin bir dille kabul edemesem de birçok insana göre Kant ya agnostiktir ya da panteisttir. Kant'ın panteist olma reddiyatı, agnostik reddiyatından daha kolay olduğu için öncelikle Kant'ın panteist olmamasını incelemek istiyorum. Schopenhauer, Din Üzerine adlı metninde panteizmin rasyonellik ile uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığını iddia eder. a priori'nin yaratıcısı Kant'ın rasyonalizm için felsefe yaratmadığını düşünmek çok cahilce olacağından Schopenhauer, Kant'ın panteizm ile vakit kaybetmediğini düşünmektedir. Panteizmin rasyonellikle ilişkisinin olmamasının sebebi de, "Dünya Tanrı'dır." tanımının herhangi bir soruyu ve sorunu çözmeyip yenilerini katması üzerinedir. Daha süslü bir tabirle ignotumun per ignotius açıklanır, yani bilinmeyene bilinmeye katarak.

Kant'ın agnostik oluşu Saf Aklın Eleştiri kitabındaki, Kozmolojik Delilin İmkansızlığı Üzerine adlı bölümünden temellendirilir. Fatma Nur Ağca'nın hazırlamış olduğu yüksek lisans tezinin konusu da Kant'çı bir yaklaşımla teist argümanlarının eleştirisi üzerine olmuştur. Tezde de belirtilene göre Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi'nde belirttiği üzere: “zaman” ve “mekân” algının iki temel formudur. Bu formlar, bütün algılardan önce gelen algının önkoşullarıdır. Bunlar a priori, Kant’ın deyimiyle “salt algılar”dır. (Tezden doğrudan alınmıştır. Tez için link: tıkla) Kozmolojik Delil Argümanı'nı teistler çok sever ve kullanır. Caner Taslaman'ın Allah'ın Varlığının 12 Delili isimli kitabının daha ilk bölümünün adı Kelamın Kozmolojik Delili'dir ve Evren Delilleri üst başlığında inceler. Caner Taslaman'ın incelemiş olduğu Kelamın Kozmolojik Delili, en basitçe, "Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var?" sorusunun sorulmasıyla patlak verir. Caner Taslaman Kozmolojik Delili şöyle inceler:

1) Materyalist-ateist felsefe doğruysa evrenin ezeli olması, teizm doğruysa evrenin başlangıcı olması beklenir.

2) Evrenin başlangıcı vardır; bunun delilleri şunlardır:
  • Evrenin geçmişinin “tamamlanmış sonsuz” olduğu iddiası çelişkilere yol açacağından mümkün değildir; bu ise evrenin başlangıcı olduğunu gösterir.
  • Entropi yasası evrenin başlangıcı olduğunu gösterir.
  • Big Bang teorisi evrenin başlangıcı olduğunu gösterir.
3) Sonuçta teizm materyalist-ateizme tercih edilmelidir.

Kitabının içerisinde evrenin başlangıcının delillerini tek tek incelese de ben onlara burada yer vermeyeceğim. Benim istediğim şey Kant'ın eleştirdiği şeyin ne olduğunu göstermek. Zaman ile mekan algının formları olduğundan a priori akıl yürütüş ile sıkı bir şekilde tokalaşmak zorunda kalırlar. Tanrı, zaman ve mekanın ötesinde tanımlandığından akıl, onu tanımakta güçlük çeker ve bir beynin karşılaşacağı en komplike fenomenle tanışmış olur.


Hazır Schopenhauer'dan bahsetmişken, Din Üzerine'de oldukça keskin çizgiler taşır. Schopenhauer da açık açık eserinde "Ben atesitim, deistim, teistim." beyanında bulunmaz. Fakat her bir dini akımı eleştirmeden de edemez. Aynı metindeki yaratmış olduğunu karakterlerden biri olan Philalethes, şu hususa dikkat çeker; Nisan 1852 tarihli The Times'ın raporuna göre uzun sürelerce yapılmış misyonerlik çalışmalarına rağmen dinlerini değiştirenlerin kişi sayısı 300'ü geçememiştir. Çünkü Philalethes'e göre küçük yaşlarda yapılan dogmatik din öğretileri inanılmaz derecede kapılmıştır ve onların gerek değiştirilmesi gerek de yanlış olduğunun vurgulanması çok güçleşir. Fakat öte yandan diyalogdaki diğer karakter olan Demopheles'e göre metafizik bir ihtiyaçtır.

Schopenhauer'a göre Eski ve Yeni Ahit taban tabana zıttır. Bunu beyan etmek için dünyaca meşhur bir filozof olmaya gerek yoktur. Fakat onun dikkat çektiği zıtlık benim dikkat çekeceğim zıtlıktan biraz farklıdır. Eski Ahit ve diğer Yahudi otoriterlerine göre Tanrı Yehova'nın üzerinde oturduğu bir boğa kafasına sahip yaratıkları olduğu zikredilir. Bu yaratığa Yahudi ve Hristiyan teolojisi Ezekiyel adını verir. Bu mitolojik varlık, Yehova'nın soy kütüğü hakkında bilgi vermesiyle birlikte Mısır'dan Çıkış, Düşüş, Yaratılış gibi mitosları da içinde barındırır. Yeni Ahit ise İsa'nın mesihliği ve kurtarıcılığı üzerine odaklanır. İsa'nın çarmıha gerilme hikayesi de eklendiği zaman Yeni Ahit, ahlakı çilecilik noktasına götüren baskın bir Hint ahlak anlayışıyla paralelleşir. Üstelik İsa Mesih'in üçleme inancı gereği Tanrı olduğu da eklendiği zaman (avatarana) Hint anlayışı çok benimsendiği görülür.

Benim dikkat çekeceğim zıtlık içerisinde bulundurulan mitosların değil direkt Tanrı'nın profili ile alakalı olacaktır. Eski Ahit'in Tanrı'sı zinada bulunan kişiler için ölüm cezasını uygun görürken Yeni Ahit'in Tanrı'sı sevgi etrafında şekillenir. Dolaylı olarak Yeni Ahit'in Tanrı'sı e paralel Tanrı'dır. "Sevgili kardeşlerim, birbirimizi sevelim. Çünkü sevgi Tanrı’dandır. Seven herkes Tanrı’dan doğmuştur ve Tanrı’yı tanır. Sevmeyen kişi Tanrı’yı tanımaz. Çünkü Tanrı sevgidir." 1. Yuhanna 4:7,8. Fakat bu farklılıklara rağmen Eski ve Yeni Ahit bir noktada buluşur: İlk Günah. İlk günah, Adem'in o meyveyi yemesiyle birlikte faturayı bütün insanlara kesen bir anlayışla birlikte "Günah ile doğmak." fikrinin çıktığı şey olarak görülüyor. Schopenhauer da bu konuda bana hak veriyor. Hristiyanlığı Hristiyanlık yapan yegane şey bu ilk günah öğretisi. Bu ilk günah öğretisi ile birlikte başlıyor Schopenhauer mezhepleri eleştirmeye.

Schopenhauer'a göre kiliseyi iki görüş bölmüştür: Augustinus ve Pelagius. Bu iki isim Hristiyan teolojisinin iki önemli oyuncusu olmakta birlikte görüşleri radikal derecede zıttır. Aralarındaki en önemli fark ilk günah öğretilerine karşı olan bakış açılarıdır. Aynen Schopenhauer'un ağzından iletmem gerekirse: "Sözgelimi Pelagius taraftarları ilk günahı reddeder, çünkü onlar henüz hiçbir şey yapmamış olan çocuğun masum olması gerektiğini ileri sürerler. Dolayısıyla çocuğun bir kendinde şey olarak değil, kesinlikle bir fenomen olarak varolmaya başladığını anlamazlar. İrade özgürlüğü, Kurtarıcının kefaret mahiyetindeki ölümü, lütuf, kısaca geri kalan her şeyde de durum aynıdır. Açık ve sığ doğasının sonucu olarak Pelagiusçuluk güç, etki ve nüfuz bakımından her zaman baskındır ve şimdi akılcılık olarak her zamankinden daha fazla baskındır." (Din Üzerine-Mezhepler Bölümü, Say Yayınları, Çeviren: Ahmet Aydoğan, Satın almak için link: tıkla)

Schopenhauer'un dinleri en çok eleştirdiği nokta sorgulanamaz yani dogma olmalarıdır. Decartes'a göre şüphe, hakiki olanı bulmanın ilk adımı olmasına rağmen koyu bir teist olarak karşımıza çıkar. Çünkü Tanrı'nın bizi yanıtlmayacağını bilir ve yalan söylemek gibi bir şeyi Tanrı'ya yakıştırmaz. Eğer Tanrı, "Ben varım, varlık var, metafizik var." diyorsa gerçekten de olmak zorundadır. Fakat rasyonel teistlere göre Tanrı'nın varlığı bile şüphe ediliş ile bulunabilir. Şüphe edişin sonunda Tanrı, sizi bekliyor olacaktır. Tarihin ilk rasyonel metotlarla Tanrı'ya ulaşmış insanı, İbrahim'dir. Düşünce sistemi Hanifilik olarak adlandırılan bu peygamberin izlediği metodoloji En'am Suresi 76-83. ayetler arasında verilir:

"...(İbrahim'in babası) Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü. 'Rabbim budur' dedi. Yıldız batınca da (İbrahim) 'Batanları sevmem' dedi. Ayı doğarken görünce, 'Rabbim budur' dedi. O da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yolunu şaşırmış kimselerden olurum' dedi. Güneşi doğarken görünce, 'Rabbim budur; zira bu daha büyük' dedi. O da batınca dedi ki: 'Ey kavmim! ben, sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben, O’nun birliğine inanarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.' ...İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilmektedir."

Kısaca bildiğimiz, "Ay'a Rab demem çünkü gündüz kaybolur; Güneş'e Rab demem çünkü gece kaybolur." sözünün özü, bu ayetlerden çıkmaktadır. İbrahim'e verilen deliller Tanrı'nın ta kendisi tarafından akıl ile donatılmasına referans edilir. Aklın varlığı bile tek başına bir delil farz eder çünkü varlığının kökeni ve anlam sorgulandığında alınabilecek tek rasyonel cevabı Tanrı olmak zorundadır. Yine de Schopenhauer'un eleştiri oklarından kaçmaya yetmez. Bu tartışmaya Schopenhauer en basit ve keskin biçimde "Ya inan ya felsefe yap!" diye sitem eder. Çünkü ona göre birtakım filozoflar, başkalarından gelecek olan tepkiler nedeniyle kendini frenler ve tam potansiyelini ortaya çıkaramaz. Hem kiliseyi memnun etmek hem de özgün bir felsefe içeriği vermek zordur. Ayrıca dogmalarla dolu olan bu doktrinler, içerdiği kutsaliyet yüzünden eleştirisi diğer insanlarca asla benimsenmez. Eğer rasyonel bir yöntem ile dogmatiğe kavuşulmak isteniyorsa bunu Saf Aklın Eleştirisi ile yapmalıyız fakat Saf Aklın Eleştirisi, her sayfasında bu tutuma karşı çıkar.

Bu eleştirilemez cepheyi ve cehaleti Ömer Halife'nin İskenderiye kütüphanesini yaktırdığında söylemiş olduğu, "Kitapların içindekiler ya Kuran'da zaten mevcuttur dolayısıyla gereksizdirler. Ya da Kuran'da yer almaz o zaman yine gereksizdirler." sözünün kötü niyetli olduğunu düşünmesiyle örneklendirir. Müslüman teistlere göre bu söz Tanrı'nın sözünün tek hakiki söz olmasından ötürü çok romantik gelse de Schopenhauer'a göre kurnazcadır. Eğer bilimler Kuran'ın ötesinde ise dinlerin otomatik olarak düşmanları olacağından asla ve asla hoşgörülmemelidir.

Konu din felsefesi olduğu zaman Spinoza ve onun Ethica'sına yer vermeden asla olmaz. Şuna kadar metnin çok uzadığına ve hala daha e paralel Tanrı'dan çok bahsetmediğimin farkındayım. Fakat birçok filozofun Tanrı tutumlarından ve paylaşmış olduğum kutsal metinlerin ayetlerinden az buçuk e paralel Tanrı'nın ne olduğunu anlamış olduğunuzu umut ediyorum. Ethica gerçekten çok uzun bir kitap ve içerisindeki felsefik tespitler yoğun. Ne tek seferde okumakla anlaşabilecek ne de buraya özet olarak yazılabilecek cinsen. Fakat ben yine de ilk bölümden biraz bahsederek Spinoza'nın metodolojisinden bahsetmeyi uygun görüyorum.

İddialı bir söylem olacak ama Ethica okuduktan sonra Tanrı'nın varlığına dair şüphe etmemek imkansıza yakındır. Kitap, içerisinde sayısız önerme barındırır ve her önerme kendisinden bir önceki önerme ile ispatlarak devam edilir. Spinoza, matematikçi kişiliğini de olaya dahil etmek istediğinden mi bilinmez ama bu önermelere geometrik örneklerde verir. İşte bu yüzden kitabın kapağında, "Geometrik yöntemle kanıtlanmış ve beş bölüme ayrılmış ahlak" yazar. Başlıyoruz:

  • Tanrı: Mutlak anlamda sonsuz varlık. Ezeli-edebi ve sınırsız özünü ifade eden sonsuz sıfatlardan ibaret öz.
  • Kendisinin Nedeni: Özü, varoluşunu gerektiren şey. Var olmadığı takdirde anlaşılması mümkün olmayan.
  • Töz: Kendinde olan ve kendisi aracılığıyla kavranabilen şey. Başka bir şeyden oluşmasına gerek duyulmayan şey.
  • Töz doğası gereği, hallerinden (tavırlarından) öncedir.
  • Evrende aynı doğaya ya da aynı sıfata sahip iki ya da daha fazla töz olamaz.
  • Tek olan töz başka bir töz tarafından meydana getirilemez.
  • Her töz zorunlu olarak sonsuzdur.
  • Tanrı, yani her biri ezeli-ebedi ve sınırsız özünü ifade eden sonsuz sıfatlardan ibaret olan töz, zorunlu olarak vardır.
(Ethica, Kabalcı Yayınevi, Latinceden Çeviren: Çiğdem Dürüşken, Satın almak için link: tıkla)

Woah! Burada önermelerin sadece yarısı yazsa da her bir önermenin tek tek ispatları bulunmasa da yine de gerçekten güzelliği karşısında hayret edilmesi gerekilen bir çalışma.

Nietzsche, Camus ve Sartre da Tanrı'nın var olmadığını savunur. Genellikle romantik ilahiyatçılar, "Biz var olduğunu bilmiyoruz, inanıyoruz. Onlar da yok olduğunu bilmiyorlar, var olmadığına inanıyorlar." şekilde bir tespit yaparak aslında inancın bir ihtiyaç olduğunu vurgular ve her zaman herkesin yanılma payının olduğunu belirtmek isterler. Tanrı'nın var olmama argümanları günümüzde, var olma argümanlarından daha çok bilinir. Bilimle şu sebeplerle ters düşmesi, ahlak anlayışının tarihsel olması, toplumlar her zaman bir dine inandı bu hayata anlam yükleme çalışmasından başka bir şey değildir yorumlaması gibi artık ezbere bildiğimiz argümanları burada tekrardan saymak istemiyorum. Yazımın sonlarına doğru ilerlerken neden din felsefenin bu kadar uzun bir şekilde anlatıldığını ve benim e paralel Tanrı'mın ne olduğunu anlatmam gerekli.

Kant, felsefe tarihine bilgi ve ahlak konularında adını altın harflerde yazdırsa da metafizik ve din için konuşmadan edememiştir. Spinoza, Ethica'nın başında varlığın ne olduğunu anlatarak Tanrı'yı kanıtlamaya başlar, Sokrates farklı dini görüşleri yüzünden idama çarptırılmıştır ve Descartes öncelikle Tanrı'nın varlığını en az bir geometrik kural misali sindirdikten sonra kendi varlığı hakkında konuşmuştur. Peki ya neden? Bunun cevabı elbette çok basittir. Tanrı varsa, mutlak doğru bilgi de, varlık da, ahlak da, evrensel güzellik anlayışı da, hayatın anlamı da rasyonel bir şekilde var olur. Tanrı yok dendiği zaman yapılacak olan ahlak ya da anlamlandırma tanımları tamamen keyfi olacağından rasyonel olmaz ve bu da bizi, "Eğer ortada bir kanun varsa kanun koyucu da olmak zorundadır." sözüne getirmektedir. "Tanrı var-mutlak doğru yok" demek ne kadar akıl dışı ise "Tanrı yok-mutlak ahlak var" demek de bir o kadar akıl dışıdır. Bu da bizi Sokrates'in ikilemine sokar. Bir şey iyi olduğundan mı Tanrı emreder, yoksa Tanrı emrettiği için mi iyi olmuştur? Eğer Tanrı, bunları iyi olduğu için emrederse demek ki kendisinin haricinde bir "iyi-kötü" tayincisi vardır. Eğer Tanrı, bunları emrettiği için iyiyse neden bir başka şeyi emretmedi?

Genellikle Müslüman teistlerin yapmış olduğu en büyük hata Tanrı için "her şeyin yaratıcısı" yakıştırmasını yapmalarıdır. Eğer Tanrı her şeyin yaratıcısı ise o zaman kötülüğü de Tanrı yarattı anlamına gelir ve İbrahim dinlerinin Tanrı tanımı bir tutarsızlık içine girer. Schopenhauer'a göre eğer bir Tanrı olacaksa o kesinlikle semavi dinlerinin tek Tanrı'sı olmalıdır. Buradan da anlaşılır ki Tanrı her şeyin değil kendi özünden gelenlerin yaratıcısıdır. Çünkü aynı sıfatlara sahip ikiden fazla töz bulunamaz, sadece öz var olabilir. Uzun lafın kısası Tanrı; iyinin, güzelin, varın ve doğrunun yaratıcısıdır. İyiden iyi, kötüden kötü çıkar. Bu çok basit bir ontolojik argümandır. Böylelikle görülür ki Tanrı sevgiye, iyiye, güzele ve doğruya paraleldir. Kötülük nasıl var olmuştur o zaman?
  • İkiden fazla töz olamaz fakat öz olabilir.
  • Tanrı, yaratıcılık özünü de içinde bulundurur. Var ettiği şey kendi özünün bir parçasını içermek zorundadır.
  • İnsan, Tanrı tarafından yaratılmıştır.
  • İnsan, Tanrı özlerine sahiptir. Yani insanın içerisinde yaratıcılık özü bulunur.
  • İnsan, Tanrı'nın Yasası'na uymayarak kötülüğü yaratmıştır.
Yunus Emre'nin söylemiş olduğu "Yaratılanı severim Yaradan'dan ötürü." sözü yaratıklara değil direkt Tanrı'ya duyulan bir saygının eseridir. Çünkü her insan Tanrı'nın özü ile sulandığından insanı reddetmek Tanrı'yı reddetmek demektir. Tanrı'nın yaptığı en tanrısal erdem, düşmanını sevmektir. İsa, sevilmesi gerekenlerin bir listesinin verirken düşmanını sevmeyi öğütleyip tokat atana diğer yanağını dön der. Fakat bu her insanın yapabileceği bir şey değilken Tanrı bunu yapar. Öyle olmasa Tanrı yasaları herkes için devam etmezdi. Aşırı kalitesiz olup ateist olduğunu iddia eden Facebook sayfalarının, "Ben Tanrı'ya inanmıyorum, sınavdan da kaldım. Neden hala imtihan ediliyorum?" sorusunun cevabıdır. Çünkü Tanrı düşmanını dahi sever ve onun için yasasını çalıştırmaktan asla çekinmez. Bu davranış ancak ve ancak e paralel Tanrı'nın yapabileceği bir iştir.

Peygamberler kendilerine iman edilmese dahi teoloji alanında çalışmalarda bulunan birer düşünür ya da filozof olarak yorumlanabilirler. Fakat yine de buna rağmen Tanrı'nın varlığı haricinde dinin de varlığı şüphesiz olmalıdır. Eğer Tanrı varsa, iyi-doğru-güzel gibi kavramlarında var olduğunu söylemiştik. Bunları öğrenebilmenin Tanrı'nın biz sevdiği kullarıyla iletişime geçmesidir. Kimine göre İsa, direkt Tanrı'nın ete kemiğe bürünmüş halidir ve o şekilde Dünya'ya inmiştir. Bunu da Güneş'in Dünya'yı ısıtma şekline benzetirler. Eğer Güneş, doğrudan Dünya'ya gelecek olsaydı Dünya'yı yakıp yıkar, kavururdu. Fakat sadece atmosferden seken ışınları sayesinde hem ışık hem de ısı verebilen bir canlılık kaynağı olarak yorumlanıyor. Çoğunlukla teslis yani üçleme inancını tek Tanrılı inançların arasına koymazlar. Bence bu konuda teslise haksız edilmektedir. Spinoza'dan aparmak gibi olacak ama tek bir noktadan geçen üç adet doğruyu ele alalım. Bu doğruların ortak noktaları tek, bir, biricik olacaktır ki teslis de böyledir. Yenikapı metro istasyonu teslisi anlatmak için en iyi örneklerden biridir. Teknik olarak M1, M2 ve Marmaray birer trendir ve hepsi birbirinin aynısıdır, üstünlük kurmazlar. Fakat farklı şeylere hizmet ederler. Baba-oğul-kutsal ruhun ilişkisi de buna benzetilebilir.

Teslis inancı genellikle sevgiye temellendirilir. Kullarını çok seven Tanrı direkt olarak insanlar ile iletişim kurmak ister ve İsa olarak gelir. Ardından yine günahların affı için çarmıha Tanrı İsa gerilir ve biricik kulları için acı çeker. İnsan, ilk günahı işlediğinden beri günahkar olduğundan kurtarıcısını yani İsa'yı iple çeker. İsa da son hakkını yine insanların günahının affı için harcayarak Dünya'ya bir kez daha gelir. İslamiyet teolojisinde de İsa'nın mesihliği çok önemli bir yer edinir. Her ne kadar çarmıha gerilmiş olan kişinin İsa olmadığını Kuran'da söylense de mesih olduğuna ve tekrardan geleceğine bu teoloji de inanır.

Her dinin farklı özellikleri olsa da aslında her dinin çok kritik bir benzerliği vardır. O da hepsinin iyiliği emretmesidir. Ahlak anlayışları dinler arasında çok ufak farklılıklar gösterebilse de temelde aynı şeylerin kötü olduğu emredilir. Bir canlıya zarar vermek kötülüklerin en büyüğü olarak karşımıza çıkar çünkü dinlere göre bunlar birer emanettir ve zarar verildiğinde aslında Tanrı'ya ihanet edilmiş demektir. Kötüyü emrettiği düşünülen satanizm bile iyiliği daha protesto bir dille tavsiye eder. Başarı elde etmek istiyorsan kendini aşman gerekli." diyen de "Aptallık, olmadığın gibi biri görünmemek günahtır." diyen de satanizm anlayışının ta kendisi. Hatta 9 maddelik bildirgesinin en göze çarpan maddesi, "Satanizm sana ruhsal boş umutlar, hayaller yerine hayati varoluşu sunar." olmalıdır. Bunun da sebebi bellidir, var olmayı anlamlandıracak bir element lazımdır.

Tabii ki din felsefesi ve teoloji dedikten sonra Dünya'nın en kalabalık ikinci dini olan İslam'a ve onun peygamberi Muhammed'e yer ayrılmasa olmaz. Önce tetikleneceğinizi tahmin ettiğim için şunu diyeyim; insanlar hazreti kelimesini bir kullanım zorunluluğu sanıyorlar ve onu kullanmayan herkesin büyük saygısızlık ettiğini düşünüyor. İbrahim ve İsa'dan da bahsederken Hz. kullanmadım, Adem, Yunus, İshak, Nuh için de kullanmayacaktım, kullanmamaya devam ediyorum. Bu, onlara saygı duymadığım ya da inanmadığım için değil. Neden olduğunu da açıklamak zorunda olmadığım için metnime devam ediyorum.

Denen o ki, Yahudiler her zaman bir peygamber beklentisindeydiler. Bu bekledikleri peygamber İsrailoğullarından değil de bir Arap kabilesi olan Kureyş kabilesinden çıkınca onu reddeddikleri söylenir. Çünkü vadedilen kutsal toprak inancına göre başka bir ırkın başka bir kabilesinden peygamber gelmesi imkansızdı. Öyle ki İsa da İsrailoğlu'ydu fakat onu çarmıha gerdiler :D

Tarihte görülen en ilkel hümanizm örneği olarak her zaman ümmetçiliği gördüm ve bunu bir eleştiri olarak değil bir övgü olarak yaptım. Çünkü kız çocuklarının diri diri gömülüp taşlanarak öldürüldüğü Arap toplumuna insan'ı öğretmeye çalışan birinin vermiş olduğu çaba gerçekten de görülmeye değerdir. Muhammedü'l-Emin yani Güvenilir Muhammed, yarın öbür gün, "Evvel'dir O, başlangıcı yoktur; O, sonu yoktur; O, her şeyde belirir; O, gözlerden gizlenmiştir. Her şeyi en güzel biçimde bilendir o." (Hadid Suresi 3. Ayet, Yaşar Nuri Öztürk çevirisi) dediği zaman herkes ona sırtını dönecekti. Fakat tahmin edebilir miydi ki şu an Dünya'nın 1,6 milyar adet insan onun elçi olduğuna inansın?

Muhammed'in diğer peygambere nazaran çok önemli bir özelliği vardır. O da hem tarihsel olarak hem de ontolojik olarak varlığından emin olduğumuz peygamber iddiasında bulunan tek kişi olmasıdır. Hem Kuran'da, hem İncil'de (Yeni Ahit), hem Tevrat'ta (Eski Ahit) ismi geçen peygamberlerin teknik olarak var olduklarını kanıtlayan tek şey mevzubahis kutsal metinler. Tabii ki milattan önce zibilyon yıl öncesini kastettiğimiz için herhangi bir resimleri, videoları ya da ses kayıtları yok. İşte bu yüzden Nuh'un gemisini bulmak bu kadar önemli. Nuh'un gemisi bulunursa, en az kendisi bulunmuş kadar olay olur ve bu bütün kutsal metinlerin doğruluğuna delalet getirir. Fakat hala daha Nuh'un gemisinden tek bir iz yoktur, bilmem belki gerçekten de olmadığı için olabilir?

Bu sorgulamalar bir kenara, adını bildiğimiz bütün peygamberler bir mitos ürünüdür. O dönemlerde yaşamış birinin, o dönemde yaşadığının en büyük kanıtı elbette cesedinin olmasıdır. Fakat hiçbirinin cesedi de kesin olarak bulunabilmiş değil. Kutsal kitaplarca Adem ile Havva'nın nerelerde bulunduğunu saptayabiliyoruz fakat onların cesedini bulamıyoruz. Ki zaten İsa'nın çarmıha gerilme hikayesi hepten İsa'nın cesedini ortadan kaldırır. Hristiyanlara göre çarmıhtayken Tanrı tarafından göğe çekilmiştir. Müslümanlara göre çarmıhtaki İsa suretinde olan başka biridir fakat yine Tanrı, İsa'yi göğe çekmiştir. Nasıl ki herhangi bir peygamberin cesedi bulunursa kutsal metinlerin doğruluğu kanıtlanabilir, İsa'nın cesedinin bulunması da bütün bu kutsal metinlerin beyanını yerle bir edebilir. Tüm bu bilgiler eklendiğinde görülür ki Muhammed, gerçekten de çok özeldir çünkü varlığından kesin olarak emin olduğumuz odur. Tarih kaynaklarında yer edinir, savaşmıştır ve ordu yönetmiştir. Diğer peygamber iddiasından bulanan kişilere rağmen kapı gibi vardır yani!

Kendisinden sonra mezhepleşen ve "Bize Kuran yeter" fikrinden uzaklaşan birçok Ehl-i Sünnet ile birlikte çok farklı yönlere ilerleyen bir inanç sistemi olmuştur. Artık tek başlarına bir din gibi muamele edebileceğiniz Sünnilik, Şiilik gibi ana akım İslami fikirler belki de bize İslami bir reforma ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Fakat aksini söyleyen kafir sayıldığından ve kafirin kellesini almak da farz olduğundan böyle bir aksiyona kimse girişmez. Durum ne kadar böyle olsa da İbn-i Sina, Gazali gibi değerli felsefecileri, İslamın Altın Çağı'nda güzel teolojik fikirler sunabilmiş ve Sokrates'in ikilemini çözmeye çalışmışlardır.

Sona Gelirken

Yoruldum. Gerçekten bu yazıyı hazırlarken çok yoruldum ama değdi gibi he, ne dersin? Bu yazı, hem benim fikirlerimin kendim için bir arşivi olacak, hem de eğer bir değişim olacaksa ne yönde olacak bunu görmek için çok iyi olacak. Fırsattan istifade siz de okuyup hem benim hakkımda daha çok fikir sahibi oldunuz, hem umarım etkilendiniz, hem de umarım okurken eğlendiniz. Ben bu yazının blog adına "Avengers: Infinity War" olmasını istiyorum. Yani "...is the most ambitious crossover event in history." Kimi sorsanız var Sokrates, Platon, Kant, Locke, Schopenhauer, Camus, Sartre, Spinoza, Descartes, Nietzsche, hatta Caner Taslaman, peygamberler ve elbette ben! Oh, gerçekten de kalabalıkmışız ya...

Bunları okuduğunuzda aklınıza takılan ya da anlamadığınız bir şeyler olabilir. Lütfen bu gibi durumlarda bana ulaşmaktan çekinmeyin. Anonim olmak istiyorsanız herhangi bir kullanıcı adı ile blog'a yorum atabilirsiniz. Onun dışında özel mesaj kutum sonuna kadar açık. Sadece benim yazdıklarım için değil filozofların dedikleri için de bana ulaşın lütfen.

Bazı şeyleri metnin akıcılığı ölmesin diye yazmak istemedim. Mesela ahlak felsefesinde hak ve özgürlüklerin zedelenmemesine çok vurgu yapmıştım. Peki ya bu hak ve özgürlüklerin kanun koyucusu kim? Kimin nesi hak ve özgürlük? Bu aslında önemli bir soru fakat orijinal metinde yer edinmiyor.

Sizden bir isteğim var. Lütfen bunu siz de yapın. Her iki cümlenizden birine bir filozoftan alıntı vermek zorunda değilsiniz ama lütfen yapın. Mesela varlığın yok olduğunu mu düşünüyorsunuz, sizce neden yok? Gördüğünüz gibi benim fikirlerim o kadar da yaratıcı değil ve bundan yıllar yıllar önce dile getirilmiş şeyler zaten. Bundan çekinmeyin ve lütfen sizde neyi, neden düşündüğünüzü düşünün ve gerekiyorsa bunu yazın. Yazıyı da isterseniz paylaşın, isterseniz paylaşmayın bu sizin bileceğiniz iş fakat ben keyifle okuyacağım buna güvenebilirsiniz.

Hep batı filozoflarının olduğunun farkındayım çünkü onları okurken keyif alıyorum. Yine de bu yazıda bir doğu filozofu da bulunmadan bitsin istemiyorum işte Lao Tzu'dan içlerinden bir tanesi tamamen beni anlatan iki adet söz:

"Bir testi yaparsın çamurdan, içindeki boşluktur onu yaralı kılan."

"Mutsuzsan geçmişte yaşıyorsun demektir. Kaygılıysan gelecekte yaşıyorsun demektir. Huzurluysan şu anda yaşıyorsun demektir."

BOOM! Hadi görüşürüz.

Son...?